29 Temmuz 2013 Pazartesi

Gitar Günleri


Karton Kuşlar Çöplüğü

önce ağaç vardı
ve ağaç
şiirin çizgili kollarıydı

ateş üzerinde kent
ipin üzerinde rüya

hatırladığım istasyonlarda
hep köpeklerle
gökkuşakları kaybolurdu

rüyam tren raylarında uyurdu

-

cambazlar ay ışığında
sessizlikte
kavgada
usturaları yaklaştırır gözlerine

tenekeler örttüğüm 
bakışlarım pas tutar

zehirden çıkar renkler önce
kum çırılçıplak zamanlara öykünür

dalgalı çarşaflardan okyanuslar
döküntü güneş tepemizde
ellerimiz yedinci çığlık senfonisi
uçuşur karton kuşlar çevremizde

önce çöplük vardı
ve çöplük
uzak diyardı

Cehenneme Övgü


Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü kitabı kesinlikle okunmalı. Yaşamımıza sızan, hatta bireysel tavırlarımız, düşüncelerimiz, toplumsal uyumla ortaya koyduğumuz totalitarizm tüyler ürpertici. İnsanın çok basit olarak gördüğü, sorgulamadığı bir kuralın, bir edimin arka planında baskı ve otorite görülebilir.

Sunset Bulvarı


Sunset Bulvarı, Norma Desmond ile parlayan, içerisinde önemli psikolojik tespitler barındıran, yıldız psikolojisini, Hollywood geçiş dönemi sonrasını iyi yansıtan usta işi bir Billy Wilder filmi. Gloria Swanson her karede parlıyor adeta. Norma Desmond gibi tekinsiz, baskın bir karakteri başarıyla canlandırmış. Benim için filmde takdir edilmesi gereken tek karakter ise Max... Bu nasıl bir bağlılıktır Norma Desmond'a karşı. Norma ile aralarındaki ilişki aslında yıldız ve hayranları arasındaki ilişkiye yönelik ipuçları da taşıyor. Senaristimiz ise yay burcuymuş. Filmlerde seyirci olarak sıklıkla yaptığımız bir şey hemen paralellik kurmak. Ben de yay burcu olarak ve üçüncü sınıf yazılarımla paralellik kurdum. Sonumuz benzemese bari...
Sunset Bulvarı, kesinlikle izlenmesi gereken bir klasik. Belki de defalarca...
Wilder'ın filmografisi de dolu dolu sağolsun.

Perfect Blue

  
Büyük tehlike gerçeklik...
Satoshi Kon ile yollarımız Paprika'da kesişmişti. İnception filminin esin kaynaklarından olan animeyi beğenmiştim. Paprika'da da tıpkı Perfect Blue'da olduğu gibi gerçeklik ince bir zemine oturtulmuştu. Ne de olsa rüya evreni dahilindeydi Paprika. Rüyalar, gerçek evrene karışıyordu. Perfect Blue ise harika bir gerilim filmi. İyi bir anime mi? Sanırım öyle... Anime dünyasına çok müdahil değilim ancak zihninizi evirip çeviren, altmetni de iyi yazılmış güçlü bir film izleyeceğinizi söyleyebilirim. Japon sinemasının Amerika'ya sunduğu kaynaklar ortada. Perfect Blue kesinlikle çoğu filme kaynaklık etmiş, onların öncülü sayılabilecek bir yapım. Gerçekliğin kırıldığı sekanslar özellikle hayranlık uyandırıcı.

  ---spoiler---
Filmin en hınzır numarası harika senaryosu sanırım. Zira hem gerçek karakterden hem şizofren karakterden sahneler izliyoruz. Hepsini tek kişi gibi algılıyoruz.
Katilin ikinci bir kişi olması hakkında mail alma dışında bir ipucu yakalayamadım. Gözümden kaçmış olabilir.
Fotoğrafçının öldürüldüğü sekanstaki fotoğraflar artı cinayetin işlenişi Freud Amca tarafından izlense ahan da bilinçaltı şeklinde yorumlayabilirdi.
Şizofren karakterin ölümü çok iyi kurgulanmış. Basit gelebilir. Bir World War Z (bknz. bilim insanı zombiler arasında nasıl ölür) vakası değil. Perfect Blue da olduğunu düşündüğü karakterin gerçekliğine saldırı gelince (peruğun çıkması) ne yapacağını şaşırıp gerçekliği tekrar kurmak adına peruğa koştu. Parçalanan aynada birkaç kırık yüzün ekrana yansıması klişe mi, belki ama tam yerinde ve muhteşem kullanılmış.
---spoiler---

Önerilir... 



21 Temmuz 2013 Pazar

Gitar Günleri



Tezcanlı Hayalet Avcıları - Müge İplikçi


Müge İplikçi'nin son öykü kitabı Tezcanlı Hayat Avcıları nefes alan hayat anlarını barındırıyor. Beğendiğim öykücüler, bir anda sayabileceğim isimler hep yanımdadır fakat ilk defa bir öykücüye özendiğimi açık açık itiraf edebiliyorum. Bir de Sait Faik için böyle hissederim. Çünkü İplikçi de Faik de ortasına fırlatıldığımız şu yaşam üzerine epey satır sığdıran isimler. Nasıl ki Sait Faik'in kanlı canlı karakterleri varsa cümlelerde barınan, Müge İplikçi'nin de geçmişten, hayallerden, hayaletlerden beslenen bazen nefesini tutan, bazen tuttukları nefesi bırakmayan anları mevcut kelimelerde. Üstelik bir de öykülerin sinemayla ilişkisi var. Bir öykü Fritz Lang'ı size getiriyor demem yeterli. İplikçi ile tanıştığıma memnunum. Kalan kitaplarını da yakında okumaya çalışacağım.

İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış..., Ve İlkbahar


Sinematografisine, öyküsüne, dinginliğine gık çıkaramayacağım fakat Boş Ev'den daha az sevdiğim daha az dahil olabildiğim bir Duk filmi. Evet belli ki felsefesi derin. Semboller kullanılmış. Az çok idrak edebiliyorsun fakat yine de fazlaca kültürel kod kullanıldığından filmi dört dörtlük idrak ettiğimi, duygusunu yaşadığımı zannetmiyorum. Ben de bir kent çürüyeni olarak İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... Ve İlkbahar 'ın duruşuna gıpta ettim. Yine de bu duruşa uyacak ne cesaretim ne felsefem ne de kendimi çözmüşlüğüm var.

İzlenmeli...

Rüyasız

gece trenlerine kazınan yorgun kelam: uzak

kent çürüğü şiirlerim var
isminin boyası dökülen

rutubetli
soğuk
kirli

tenin sık ağaçlıklı orman misali
çığlık çığlığa yabani kuşlar
irtifa kazanan yeşilde 
göremiyor ama buluyoruz birbirimizi

ürkütücü
tozlu
deli

bırak omuzlarını saran
Goya hayaletlerini
düşlerini aç kanatlandır
derdest et yaşamı
kurtar sakladığın işlemeli bohçalardan

geniş şiirler boyunca rüyasızım kalamazsın

gece trenleri 
epey uzak

Medya Yazıları 2 - Suskunluk Sarmalı

            Geçen hafta başladığımız medya yazılarında ilk olarak gündem belirleme yaklaşımından bahsetmiştik. Kitle İletişim Kuramları kitabı çerçevesinde yaklaşımının genel hatlarını tanımaya çalışmıştık. Bu hafta ise gündem belirleme ile doğrudan ilintili suskunluk sarmalı kavramına değineceğiz.
            
           “Medya tarafından ele alınan konular toplumun egemen görüşünü yansıtır. Bunlara karşı çıkmak ve bunların aksi görüşleri savunmak için insanlar yeterli gücü ve imkanı kendilerinde bulamazlar. Medyada sunulan görüşe katılmayan pek çok izleyici, kendi görüşlerini dile getirmekten kaçınmaktadır”1

                Medyanın egemen görüşlerini yansıtması ne demektir? Soruyu biraz daha açarsak, egemen görüşler kimlere aittir? İktidara mı, sermayedarlara mı, topluma mı? Yoksa bizzat medyanın kendisine mi?

            Günlük okumalarımız, günlük izlemelerimiz konuyla alakalı ipuçları taşıyor. Okuma oranları, izleme oranları baz alındığında egemen görüşlere yaklaşabiliriz. Gazeteler, televizyonlar kendi kurumsal kimliklerine, varsa kendi ideolojilerine yönelik haber yaparlar. Bazıları daha yüksek tiraja, daha fazla reytinge ulaşır. Reytinglerden, tirajlardan büyük payı alan medya araçlarının benzer ideolojileri, benzer kurumsal kimlikleri paylaştıklarını varsayalım. Bu medya araçları - ki zaten gündem belirleme yaklaşımıyla konuşacağımız konuları önem sırasına göre belirlemişlerdi- çoğunluğu sağlayarak egemen görüşleri ortaya koymaktadırlar.

            Tabii ki paranın rengiyle dönen bir dünyada yaşıyoruz. Aynı zamanda denetçi, iktidar yanlısı, güç peşinde bir dünya altımızdaki. Egemen görüşler de benzer eksenler etrafında şekilleniyor.

Günümüzde güce giden önemli dönemeçlerden birisi bilgi akışını, gerçeği, haberleri satranç taşları gibi kullanmak. Koşullara göre hamleleri yapmak. Tıpkı Sidney Lumet’in 1976 tarihli filmi Network’de (Şebeke) olduğu şekilde. Kovulması an meselesi haber spikerini bir medya ilahına dönüştür, onu sömür, sonra da kenara at. Hamleler ne kadar da belirgin öyle değil mi?

            Günlük hayatımızda bizi saran medya iletilerine dönelim. Biraz dikkatli bakıldığında satranç hamlelerini gözlemleyebiliriz. Egemen yaklaşımlara yönelik çıkarımlar yapabiliriz. Çıkarımlar üzerinden onlara karşı tutumlarımızı belirleyebiliriz. Kendi görüşlerimizi sürdürmek, konuşmak veya susmak. Onların zihniyetiyle düşünmesek bile çoğunluğa karşı fikirlerimizi dile getirmemek.

            “Bu kuramın temelinde, insanların toplumda egemen düşüncelere uyarak izole olmaktan ve toplumsal yaptırımlara maruz kalmaktan kaçındığı fikri yatar. Suskunluk sarmalı kuramı beş varsayıma dayanır (Noella Neuman, 1997: 227).

            1. Sapkın bireyler, toplum tarafından dışlanmakla tehdit edilir.
            2. Bireyler sürekli olarak dışlanma korkusu duyarlar.
            3. Bu korku bireyin içinde bulunduğu fikir ortamını değerlendirmesine yol açar.
            4. Bu değerlendirme sonucunda fikrini ya açıklar ya da gizler.
            5. Bu dört varsayım bir arada ele alındığında bunlar kamuoyunun oluşmasında, sürdürülmesinde ve değişmesinde etkilidir.” 2

            Medya egemen yaklaşımlarla gizli bir korku kültürü yaratır. Kullandığı korku dışlanma korkusudur. Bu sayede bireyin asıl bakış açısını yansıtması engellenir. Zira birey toplumsallığının, sosyalliğinin içgüdüsel olarak veya bilinçli olarak farkındadır. Toplumdan izole yaşamak bizi ürkütür. Medyanın araçlarının asıl sessizleştirme yöntemi egemen görüşler sayesinde insanı düşüncelerinde yalnız bırakmaktır. Böylece onun da egemen görüşlere katılmasını, katılmadığı noktada susmasını amaçlar. Böylece, susarak uyum sağlarız. Egemen görüşlere yönelik tutumlar geliştiririz. Belki de giderek egemen görüşleri benimseriz. Susarak geçirdiğimiz zaman dilimi bizi şekillendirebilir.

            Aslında yalnız değilizdir. Birey azınlıkta kalsa da tamamen yalnız olmayabileceğini anlamalıdır. Medyanın tüm görüşlere, yorumlara alan bırakmadığını bilmelidir. Görüşlerini kendi düşünsel yaklaşımına göre belirlemelidir.  .

             “ ... birey kendi görüşlerinin ve fikirlerinin daha az geçerli olduğu düşüncesine kapılırsa dışlanma korkusuyla kendi fikrini açıklamaktan kaçınacaktır.

            Bunun aksine eğer birey kendi fikrinin toplumda egemen görüş olduğunu görürse kendi fikrini daha rahat açıklayacaktır. Birey sessiz kaldığı zaman bireyin yakın çevresi de sessiz kalacaktır. Böyle aykırı fikirleri savunan insanlar ister istemez marjinalize olacaklardır ve egemen görüş egemenliğini iyice pekiştirecektir.” 3

            Egemen görüşlere katılmamalarına rağmen susan bireyler üzerinde konuştuk. Peki sesimizi çıkarır, düşüncelerimizi savunursak ne olur? Aykırı düşünce savunucuları, marjinaller etiketleriyle karşılanırız. Kolay değil, genel görüşlere karşı çıkmaktayız. Uzlaşmamaktayız. Üstelik karşı çıktığımız görüş medyada sıklıkla iletilmekte. Medyadaki yankısına bakılırsa mantıklı, doğru, gerçek olmalı. Bizim yaptığımız normal değil. Alman psikolog ve psikanalist Arno Gruen ise tam tersini söyler Normalliğin Deliliği kitabında. Gruen’e göre hakim düşüncelerle uzlaşmamak, karşı çıkmak ilgisi olmamasına rağmen delilik addedilebilir. Bana göre de adı geçen delilik, toplumun korunmasını istediği görüşlerinin, iktidarın uzlaşılmasını istediği yaptırımların, fikirlerin savunma mekanizmasıdır.

            Nihayetinde egemen görüşlerin karşısında sessizliği kırmak bizlere kalıyor. Zor ama imkansız değil...
1  Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 80
2  Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 81
3  Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 82

            

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Nilgün Marmara - Cambazlar Ailesi

Ölüm buraya kadar,
Bulunur sonunda bir renk
Neler yakalıyor geçmişten.
Bu benim arı bakışımın toplandığı
Yoksul çocukluk mavisi
Yükü; ancak duyumun belirsizliğinde
Kendilerini açığa çıkaran dalgın
Ve tuhaf vücutlar...

Sessiz, her kırpıntının bittiği yerle
Başlayabilir olduğu an arası.
Kıvraktır bu aralıkta çizgiler, üzerlerine
Uzanan dünyayı emiyor gözleriyle

Gitar Günleri


Promised Land

Yaz sezonunun yüksek bütçeli, bol efektli, genellikle derinliksiz, kötü yazılmış senaryolarıyla kotarılan filmlerinden bunalanlara; nefes almak için ideal bir seçenek.

Filmle alakalı beklentim ortalama bir seyirlikle karşılaşacağım yönündeydi. Nasıl yapabildim bilmiyorum zira projede Gus Van Sant, Matt Damon imzaları vardı.  Yine de beklentimi fazla tutmamam sinema keyfime yaradı. Umduğumdan fazlasını buldum.

Öncelikle filmin samimi, sıcak bir tonu var. Senaryosu iyi. Evet, belki rahatlıkla formülize edilebilir. Yine de tahminlerin yıkıldığı anlar oluyor. Odağındaki konuyu gayet iyi işlemiş. Büyük şirketler, küçük bir kasaba, çıkar ilişkileri. Para, çok para üzerine dönen dolaplar. Fazla derinine inememiş belki ama elinden geleni yapmış süresi yettiğince. Üstelik kapitalizmin başkentinden böyle filmler çıkması gayet ironik.

Oyunculuklar da gayet yerinde. Damon'ın performansı izlenmeli. Müzikleri ayrı beğendim...
Tercih edilmeli...

Piyanist

Kimse dinlemiyordu. Bir saattir klasik müziğin en seçkin parçalarını çalıyordu. Umurlarında bile değildi. Alışveriş merkezinin kuytu bir yeri ona ayrılmıştı. Önünden geçip gidiyorlardı. Piyano çalan bir çift elin önünden geçip gidiyorlardı.

İşe başladığında olabilecekleri tahmin edememişti. Giydiği lacivert takım elbise uzun boyu sayesinde güçlü bir etki yaratıyordu. İki haftada berbat bir duruma geldi. Önce takım elbisesi kayboldu. Üstelik üzerindeyken. Çırılçıplak kaldı. Umurlarında bile değildi. Tam üç notayı yanlış çaldı. İkinci hafta vücudunu bulamadı. Elleri hariç. Elleri kalmıştı, o da piyanoyu çalabilmek için.

Üçüncü hafta elleri de kayboldu. Yerini bir otomatik piyanoya bıraktı.

Sokaklardaydı artık. Müziği bırakmadı. Ufak bir org edindi kendine. Caddelerde, mahalle aralarında, şehirde, insanlar arasında çalmaya başladı. Önce elleri geri geldi, sonra vücudu, nihayet takım elbisesi.

Takım elbisesini bir pantolon ve bir t-shirt ile değiştirdi.

İnsanlar tarafından dinlenmeye başladı. Dinlendikçe, müzik onaramadığı geçmişini onarmaya yaklaştı.

Ölene dek sokaklarda çaldı.

Mum Işığında Bekleyen Şiir

kelimelerim titriyor cılız aydınlıkta

yüzümü işgal etme çabası
gölgeler diyarında

harflerim kuşatılmış
binbir gece dilinde ağıtlar yakan cümlelerim
asi ve deli

cennete paralel giden cinnet anlarındayız

intihar sadece bir his
beyaz gömleğe bulaşan ruj izinde

ama farkındayım
öldürülebilirim hiç görevini yapmamış
bir mektup açacağıyla bile

ben evet
bembeyaz göğüslü
apak düşlü
simsiyah fitil fitil saçlı
mum kadınlarına yazıldım

ben, bak bu duvarlar şahit
bu rengine kan oturmuş
taş aralarına
türlü türlü sırlar fısıldanan
bu nemli duvarlar şahit

beklemekten asla yılmadım

üzerime kırmızılar sızdı
ucuz şaraplardan
örümcekler indi imla hatalarıma
alçak tavanlardan

adamın biri de gelip
iki dize bırakmadı ki yanıma arkadaşlık edeyim
(oysa havanın yumuşaklığı vardı)

yine de bekledim

iki şehrin birbirine bağlanmayan tozlu yollarında
okunmayı, kibrit çöpü adamların
mum kadınlara aşkına

Veronique'nin İkili Yaşamı




11 Temmuz 2013 Perşembe

Düş Örüntüsü

tavşan deliğinden uzağım
gerçekçilik devriminde
giyotine gönderildi
yağmur renginde
pastel masallarım
ve Tanrı
kurgu sanatının baş mimarı
merkezsiz çember
sarkaç kuyularına bıraktı
yeni dalga aksaklığındaki insanları
dünyanın üzerine yıkılır
kuyular artınca
ışıksız panayır
bilirim
hecesiz şehirler
gücenik günceler
saklar en güzel halk hikayelerini
bilirim
hayalsiz evren
çıkışı uçurumlara varan
labirentlere benzer
su kaplumbağalarıyla yaşıttır
ki o labirentler
gözlerimi kapattığımda gördüm
tek bacaklı balerinler döndürüyor yaşamı


Medya Yazıları 1 - Gündem Belirleme Yaklaşımı

            Kitle iletişim araçları: gazeteler, radyolar, televizyonlar bizlerle her an birlikteler. Zamanımızın bir kısmını, belki de çoğunu onlara ayırıyoruz.
Onlarla geçirdiğimiz zaman dilimi boyunca durmadan konuşuyorlar. Anlatıyorlar. Dinlemenizi istiyorlar. Mümkün mertebe, maruz kaldığımız bilgiyi sorgulamadan.
    Peki ama önemli bir iletişim süreci olan toplumsal iletişimin ana aktörleri, kitle iletişim araçları aslında ne istiyorlar? Söylemleri, anlattıkları gerçeğe ne ölçüde yakın? Birilerinin tarafındalar mı? İzleyiciyi, okuyucu yönlendirebiliyorlar mı, öyleyse nasıl?
    Medya...
    Bu haftadan itibaren önümüzdeki iki veya üç hafta yazılarımın belirli bir kısmını medya konusuna ayırmaya karar verdim. Levent Yaylagül’ün derlediği Kitle İletişim Kuramları kitabı ışığında “Gündem Belirleme”, “Suskunluk Sarmalı”, “Eşik Bekçiliği”, “Bilgi Eksikliği Hipotezi” bakış açılarını tartışmaya açma çabasıyla yazılarıma başlıyorum.
Gündem Belirleme Yaklaşımı
    “İnsanlar dünyada neler olduğunu anlamak için medyaya bağlıdırlar.”1
    Büyük bir dünyada yaşıyoruz. Etrafımızda pek çok olay meydana geliyor. Kıyısından köşesinden veya doğrudan bizi etkileyebilecek olaylardan bahsediyorum. Salt bireylerin kurduğu bir biz değil değindiğim. “Biz” ile bireylerin kurduğu toplumu, toplumların uc uca eklendiği dünyayı kastediyorum. Böyle büyük bir haber kaynağının içindeyiz yani, yaşadığımız dünyanın. Olanı biteni öğrenmek için ise medya organlarına ihtiyaç duymaktayız. Bilgiye ulaşmamız gerek. Etrafımızda akan hayatın farkına varmak, gerçeği öğrenmek, sağlıklı düşünebilmek adına.
Odağa almamız gereken problem de bu noktada ortaya çıkıyor. Bize ulaşan bilginin ne kadarı doğru?  ne kadarını biliyoruz aslında ne oluyor?
    “Toplumda kitle iletişim araçlarının daha çok önem verdiği konular, daha çok gündemde olacak, medyanın görmez-den geldiği olaylar ise önemini kaybedecektir (Severin ve Tankard, 1992:208). Bu kuramın temeli, medyanın haberleri sunuş biçimiyle vatandaşın üzerine kafa yorduğu ve konuştuğu  konuları belirlediği düşüncesine dayanır.”2
Televizyonunuzu açın. Akşam haberlerini izleyin. Beş altı farklı kanaldan haberleri takip etmeye başlayın. Benzerliği fark edeceksiniz. Çoğunluklukla aynı olayların size sunulduğunu göreceksiniz. Televizyonu kapattıktan sonra ailenizle konuşun. Bugün neler olduğuna dair bilgi edinmeye çalışın. Size büyük ihtimalle televizyonda rastladığınız haberlerden bahsedeceklerdir.
Gündem belirleme yaklaşımı tam manasıyla sizin konuştuklarınızı, önem sırasını da işaret edecek biçimde şekillendirmeye dayanır. Bu çerçevede medyayı irdelersek “yandaş medya” , “suni gündem yaratma” kavramlarına da rahatlıkla ulaşabiliriz.
“Medya dünyada ve toplumlarda meydana gelen her olay ya da olguyu haber haline getirmez. Bazı konu ve olaylar medya tarafından sürekli ya da diğerlerine göre kıyasla daha çok gündeme getirilir.”3
Medya organları gerçeği ortaya çıkarmakla, onu yaymakla mükelleftir. Etik açıdan da yapılması gereken gerçeği saptırmamaktır. Çoğu medya aktörü, medya organı gerçeği kalıplara sokan, kendi gerçeklerini yaratan çalışmalar gerçekleştirir. Suni gündemler yaratarak bireyi, toplumu doğrudan ilgilendiren haberleri saklamayı ya da verdikleri haberleri taraflı olarak yeniden ele almayı seçerler.
Barry Levinson’ın 1997 tarihli filmi Wag the Dog (Başkanın Adamları) suni gündemin gücüne net bir örnektir. Film Amerika’da yaşanan büyük bir skandalın üzerini örtmekle ilgilidir. Proje skandaldan daha büyük bir habere, toplumu daha fazla ilgilendirebilecek bir olaya imza atmayı hedefler. Bir savaşa... Aslında yapılmayan bir savaş ülkeyi kasıp kavurur. Her mecrada savaşla alakalı haberler vardır. Savaş karşıtı gösteriler düzenlenir. Şarkılar bestelenir. Toplum yönlendirilmiştir. Skandal kimsenin umrunda değildir hatta hatırlamazlar bile. Suni gündem, gerçek gündemi yutmuştur.
Yandaş medya böyle anlarda fazlaca hissedilir.
Jack London Demir Ökçe kitabında gazetelerin (medyanın) kapitalist düzenin yanında olduğundan, iktidara, egemenlere hizmet ettiğini söyler.  Hizmetlerini kamuoyuna yön vererek yapmaktadırlar. Aynı kitapta egemen sınıflarla ters düşen bir piskopos anlatılır. Büyük çıkışından sonra piskopos akıl hastahanesine kapatılmıştır. Aslında delililikle alakalı bir derdi olmayan yaşlı adam gazetelere çıkar. Onun aşırı çalışmaktan yorgun düştüğünü, inzivaya çekildiğini yazarlar. Gündem belirleme... Yandaş medya görevini gerçekleştirmiştir.
Şimdilik yanımızda, az da olsa haberciliği etik bir biçimde yürüten haberciler, medya organları ve yeni medya oluşumu; sosyal medya mevcut. Özellikle sosyal medyanın özgür alanı, denetim güçlüğü önemli yardımcılar. Bilgi kirliliği sorununa rağmen sosyal medya diğer medya araçlarına göre daha güvenilir.
Sanırım tek bir gazete ile tek bir televizyon kanalı ile yetinmemek, gündemi farklı kanallardan takip etmek, bir yandan da sosyal medyayı izlemek, olaylara belirli ölçüde şüpheci yaklaşmak yapabileceklerimiz arasında.
Medya gerçekle savaşını sürdürecektir, biz de gerçeği bulma savaşımızı.

Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 77
2 Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 77
3 Levent YAYLAGÜL, Kitle İletişim Kuramları: Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, 3.Baskı, Ankara, 2010, s: 79

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Demir Ökçe

"Demir Ökçe ABD'li yazar Jack London tarafından yeni bir distopya olarak ilk kez 1908'de yayınlandı.
Birleşik Devletler'de oligarşik tiranlığın kronik yükselişinin anlatıldığı, genellikle "Modern negatif ütopyalardan en erken", olanı olarak düşünülür. Jack London'ın sosyalist görüşlerinin en açık biçimde sergilendiği bir romandır. Roman özellikle Faşist yapılanmanın dünyayı nasıl vahşete sürükleyeceğini ve bunun karşısındaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiğini kurgu içerisinde muhteşem bir şekilde anlatır.
Kitabın özellikle II. Dünya Savaşı sırasındaki Irkçı ve Faşist hareketlerden önce yazılmış olması yazarın geleceği nasıl da tahmin ettiğinin bir kanıtıdır. Kitapda ayrıca bugün ezen ülkelerde görülen işçi sınıfının Oligarşik düzenin içerisinde afyon sayılabilecek sınıfsal haklarla nasıl susturulabileceğini de bulunduğu tarihten görebilmiştir. Kitap Jack London'un dediği gibi Uçurum İnsanları'ndan Tröstleşmiş büyük Burjuva'ya kadar ezen-ezilen ilşkilerini ele alıyor. Jack London ezilen sınıflara yani onun tanımıyla Uçurum İnsanlarına, Köylü Sınıfına, İşçi Sınıfına, Küçük Burjuvaziye; Tröstleşmiş Emperyalist Burjuvazi'ye karşı birlikte mücadele çağrısı yapıyor. Politik-Kurgu sayılabilecek bu roman yazarın isabetli tahminleriyle bir kurgudan öteye geçip doğrulanmış bir kehanet olmayı hak ediyor."  (Vikipedi)


Neden Demir Ökçe ile yolum bu kadar geç kesişti? Henüz bitiremedim kitabı fakat okuduğum bölümler çerçevesinde fazlaca etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Bazı kitaplarla, filmlerle, insanlarla geç tanıştığınızı düşünürsünüz. Aslında tam zamanıdır. Demir Ökçe  daha önceden yaşamıma dahil olsaydı ikibimiz de kartlarımızı açık oynamazdık sanırım.
 

Gitar Zamanları



Eric Clapton - BB King

Yanılsamacı

  bütünsel… görünmeyen… girintisiz… sekizgen… gülmek… lades… deli… terk… sus… tını… bozum… imbat… döngü…

  Başarabileceğimi sanmıyorum. Nefesimi daha fazla tutamam. Dipsiz bir kuyuya çekiliyorum sanki. Işık beni birazdan terk edip gidecek. Mücadele güç. Bir yandan, yeter uğraşma kendini huzur dolu apak kollarıma bırak diyen, dinginleştirici ölüm, öte yandan, uğruna bunca derde katlandığın seni öptüğünde ağzındaki gölgeyi serbest bırakan hayat.

  O vakitler babam kıraathanecilik yapardı. İyi hatırlıyorum. Her yıl tatillerde onun yanında çalışırdım. Ocağa bakar, çay taşır, bulaşıkları yıkardım. Gerisiyle babam ilgilenirdi. Bazen kıraathanedekiler arasında kavgalar çıkardı. Babam böyle kavgalarda ocağa yakınsam ocağın arkasına geçmemi, kapıya yakınsam dışarı fırlamamı öğütlemişti.

  Kıraathane mahallemize yakındı. Biz çalışırken annem örgü örerdi. Bilmediğim renklerden, dokunsam darılacakmış güzelliklerde kazaklar, atkılar… Pazarda satardı sonra onları. Mevsim yazsa, apartman temizliğine giderdi. Başında hiç çıkarmadığı yemenisi, ellerinde kekik kokusu. Hep bekleyen olmuştu annem. 
 Ümit Yaşar’ın ‘Bekleyenler İçin’ şiirinden bihaber.

  çöp adam… yatay sevişmek… paralel evren… kar yangını… rakamla üç… gece şeridi… balıkçı kral…  kuytu palyaço… mürekkep çocuk…

  Çabalamaya karar veriyorum. Yapabilirim. Dünyanın en zor gösterilerinden birisi. Tüm birikimimi kullanmak zorundayım. Belki de asla… Neler saçmalıyorum. Elbette yapabilirim. Yüzlerce ameliyata girmiş bir doktorun neşteri kullanması kadar basit olabilirdi. Eğer prova yapmadan seyircilerin karşısına çıkmasaydım. Eğer gösteride diretmeseydim.

  Sanırım liseyi bitirmemi takip eden yazdı. Kıraathaneyi o sabaha karşı ben kapatacaktım. Son olarak Aylak Celil de çıkmıştı. Yine gömleğinin tüm düğmeleri ilikliydi. Sıcak mıcak dinlemezdi. Üstelik yine en üst düğme bir altta ilikliydi.

  Yapayalnız kalmıştım. Televizyon izlerken ona rastladım. Houdini…

  Üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum ancak ne okumak istediğimi bilmiyordum. Açıkçası okumaya devam etmek istediğimden de emin değildim. Houdini ekrana yansıdığında amacımı kavradım. Hayatım boyunca böyle büyük bir tutkuya kapılmamıştım.

  Hikayemde değişikliğe gitme cesareti lazımdı bana.

  denklik… yağmurcu… muamma… gen… vitrin… sema… etkisiz… jilet… gölge… yoğun… tartmak… sancı… onlama…

  Zaman azalıyor. Zincirlerim. Zincirlerimden kurtulabilsem. Ölmek istemiyorum, yaşamak istemiyorum. Ölmek istiyorum, yaşamak istiyorum.

  İlk gösterimi tabii ki kıraathanede düzenledim. Babamdan gizliydi. On on iki kişi kadar vardı izleyen. Diğerleri de kıraathane müdavimleri ne yaparlarsa o işlerle meşguldüler.

  Bir kart çek.” diyerek elimdeki desteyi Kuşçu İbrahim’e uzatmıştım.

  İbrahim taklacı güvercin yetiştirirdi. İyi paraya da okuturdu. Çok, çok eskiden dedesi de posta güvercini yetiştirirmiş. Dedesi de iyi kazanmış. Babası da sanırım barış güvercini yetiştirirmiş lakin her ay belini zor doğrulturmuş. İki de çocuğu vardı İbrahim’in. Biri benden bir yaş küçük bir kız. Diğeri altı yaş küçük bir oğlan. Kızı da, oğlanı da pek bilmiyorum.

  İbrahim kirli esmer sol elini desteye uzattığı anda sağ yanağıma bir tokat yemiştim. Babam kulağıma yapıştı anında: “Ulan deyyus, ulan şerefsiz başımıza soytarı mı kesildin.”

  Beni kıraathaneden dışarı sürükledi. Açık havada da bir güzel dövdü. Ondan kurtulup kendimi eve zor attım. Baktım annem yok. Günlerce baktım annem yok. Gecelerce baktım annem yok. Anladım ki annem gelmeyecek.

  Bir ara babam nereden duydu bilmem: “Abi senin velet gibiler insan da kaybediyormuş. İnsan yok oluyormuş aniden. Senin hanımı diyorum…” diye bir söylenti duymuş. Arkada mahalleden beş on kişi, ellerinde taşlar, sopalar, önlerinde babam doğru bizim eve.

  kapalı mekan… az şekerli… işaretin ölümü… soğuk şarkı… tahrip gücü… enine boyuna… sükut-u hayal… çıkmaz sokak… çay kaşığı…

  Gevşiyorlar mı ne? Sanırım…

  Neyse ki evden kaçmıştım. Beni bulamadılar. Ardından adı sanı duyulmamış Elm Sokağı Gezici Sirki’ne katıldım. Ustaların ustası diye yetmişine merdiven dayamış kırmızı kazaklı bir adam beni eğitmeye başladı. Gayet dinç görünüyordu. Simsiyah saçları vardı. Bir de simsiyah fıtığı sanırım. Ağrısı sızısı felaket ama bana mısın demezdi.

  İlk alıştırmam, bileklerimi güçlendirmek adına olduğunu sandığım fırçayla duvar boyamaktı. Meğer karateci yetiştirirken kullandığı bir teknikmiş. Dedim ya ustaların ustası diye. Adam her şeyde ustaydı. Örneğin musakka ve pilavı ondan iyi yapanı görmemiştim.

  Eğitimim iki ay kadar sürdü. Ardından sirkle birlikte gösterilere başladım. İyi bir yanılsamacı olma yolunda emin adımlarla ilerliyordum.

  Sirkte Jaqueline adında bir trapezciyle tanıştım. Aşık olmuştum. Siyah beyaz bir filmin içerisinde renkli kareler gibiydi Jaqueline. Hani şu Wenders filmi Arzunun Kanatları’nda olduğu gibi.

  Evet asıl adının Ceylan olduğunu duyduğumda şaşırmıştım. Üstelik yerçekimini yenip yenemeyeceğimi sorduğunda iyice afallamıştım. Aynı esnada beni öpmüştü Ceylan. Kardeşiyle alakalı konuşmuştu öpücüğün sonrasında.

  Ceylan’ın babası taklacı güverin yetiştiren bir adammış. Ceylan’ın kardeşi ise güvercinleri kıskanırmış. Çocuk ne bilsin. Babası onu sever diye çatıdan atlamış. Taklalar atarak. Ceylan da evden kaçmış. Bir gün son gösterisi olduğunu hissettiğinde trapezden atlayacakmış Ceylan. Taklalar atarak. Kısa, vurucu bir final.

  usul… çatı… lacivert… gücenmek… sual… tanı… uydu… örümcek… moral… uyumsuz… yayılmak… tütsü… ruh…

  Jaqueline, Ceylan elveda.

  Ceylan dışında sirkte Herr Meyer ile iyi anlaşırdım. Herr Meyer, aslanlara yönlendirdiği kırbaçlarını saçlarından imal ederdi. Upuzundu hakikaten saçları. Hep kadın kuaförü olmak istemişti. Aslanları terbiye etmek ise kaderiydi. Sirkte çalışan kadınların saçlarını yapmak şimdilik Herr Meyer’i mutlu ediyordu.

  Sirkteki çalışmalarım bana yetmediğinde oradan ayrıldım. Kimseye tek söz söylemedim. Gittim. Uzun zaman yalnız yaşadım. Kendimi geliştirdim. Ufak gösteriler yaptım. Büyük gösteriler denedim. Bu arada, sinemalarda yer göstericilik yapmak için Istanbul’a kaçan bir çocuk tanıdım. Neden, diye sordum.

  Sıkılmış. Oturacağı yeri hep başkası söylüyormuş.

  “Kalk git lan pencere kenarına otur, yürü lan kanepeye, oğlum yere otursana be…”

  Sinemalardan, yer göstericilerden haberi olmuş. Büyülenmiş. Başkalarına, şuraya oturacaksınız demek…

  Çocuğu yanıma aldım, asistanım olacaktı. Zor vazgeçirmiştim yer göstericilikten. Ailesini filan aramadım, aramak istemedim. Bulacağımdan korktum. Bulunca çocuğun gideceğinden.

  iklim ayrıcalığı… uzun uzun… fırça darbesi… şiir şehri… yorgun düşmek… kanat çırpmak… sahil yolu… ayıp etmek…

  Ceylan. Son…

  Biliyorum sen de şu an trapezden atlıyorsundur. Taklalarla…

  Bir cam kırılması duyuyorum hayal meyal.

“Ağabey aha oradaki sedyeye oturacaksın.” diyen bir çocuk sesi.

Düş Örüntüsü

tavşan deliğinden uzağım
gerçekçilik devriminde
giyotine gönderildi
yağmur renginde
pastel masallarım

ve Tanrı
kurgu sanatının baş mimarı
merkezsiz çember
sarkaç kuyularına bıraktı
yeni dalga aksaklığındaki insanları

dünyanın üzerine yıkılır
kuyular artınca
ışıksız panayır

bilirim
hecesiz şehirler
gücenik günceler
saklar en güzel halk hikayelerini

bilirim
hayalsiz evren
çıkışı uçurumlara varan
labirentlere benzer

su kaplumbağalarıyla yaşıttır
ki o labirentler

gözlerimi kapattığımda gördüm
tek bacaklı balerinler döndürüyor yaşamı

düşlendikçe hissettim yerçekimi sıfırı

Noviembre





"Tiyatro ve sanatın, değişimi hızlandırıcı gücü, Achero Mañas ın hafif, idealist, hayat ve umut dolu bu filmine ilham sağlıyor… Yakın gelecekte, bir grup aktör, insanların birbirleri için karşılıksız hiçbir şey yapmadıkları, aşırı bireyci doksanların son dönemini hatırlar. Oyunculuk okulunda hayal kırıklığına uğrayan ve hocasının basmakalıp deslerinden bıkıp sokaklara yönelen Alfredo Baeza nın öyküsü anlatılmaya başlanır. Alfredo, sanatın dünyayı değiştirebileceğine ya da, belki daha doğrusu, dünyanın vaziyetini değiştirirebileceğine hâlâ inanmaktadır. Özgür düşünceli arkadaşlarıyla biraraya gelip Kasım adını verdikleri tiyatro grubunu oluşturur; para kabul etmeyeceklerine dair temel bir prensibe dayanan kendi manifestolarını yaratırlar. Metro, caddeler ve herhangi bir kamu alanı sanatsal yaratıcılık mekânına dönüştükçe eğlence başlar. Oyuncular yoldan geçenlerle karşılıklı ileşitim kurarlar: oyun oynar, şarkı söyler, çılgın kostümler giyip danseder, kendilerini ifade etmek için pek çok farklı yöntem denerler. Polis malzemelerine el koyduğunda, bu grubu sadece daha fazla ateşler ve performansları gittikçe daha yüklü bir sosyal bilinç kazanır. Gerilim artar, ancak grup para karşılığı bir iş teklifi aldığında hangi yoldan gitmeleri gerektiği konusunda oyuncuların fikirleri birbirlerinden farklıdır…"


Sanata, topluma kayıtsız kalamamak...

Bir filmi sevmekle bir filmi beğenmek arasında ayrım olduğunu düşünürüm hep. Beğendiğiniz bir filmi aman aman sevmeyebilirsiniz. Demek ki, hızla akan sıralı görüntülerde kendinize dair, etrafınızdakilere dair, kısaca size dair bir ipucu yakalayamamışsınızdır. Ya da sevdiğiniz bir film, sinemanın nesnel ölçütleriyle iyi bir yapım olmayabilir. Beğenmemiş dahi olabilirsiniz lakin bir replik, bir renk, bir karakter içinize işler. Tamam dersiniz. Bana ait olanı buldum. Sanırım Noviembre uzun zaman sonra hem çokça beğendiğim hem de çokça sevdiğim bir sinema deneyimi bıraktı bende.

Tartışmaya açtığı, ücretsiz sanat, özgür sanat, insanlarla doğrudan buluşan sanat tartışmaları hem bireye, hem de topluma yönelik kapılar araladı. Çoğumuzun düşünce - eylem sınırlarında birbirimizden ayrıldığı nokta cesarettir. Belki biz de bazen sanatın değiştirici gücü hakkında kafa yoruyor, bir yerden başlamak gerektiğini düşünüyoruzdur. Alfredo gibiler ise düşünmekten fazlasını armağan ediyor dünyaya.

Hakikaten, kapital düzenin de gerekliliği olarak sermayenin kuşattığı bir sanat çağında yaşıyoruz. Müzik festivallerine, tiyatro festivallerine, sinema festivallerine bir bakın. Festivallere sponsor olan firmaları düşünün. Netice ortada. "Ne olacak, sonuçta iyi bir şey yapıyorlar." fikrindekiler vardır. Bilmediğimiz, o sanatın ne denli özgür olduğu. O özgürlüğü kimlerin kısıtladığı. Parayı veren düdüğü çalar mantığının etkililiği.

"Kasım" ın bu denli iyi olmasının nedenlerini salt sanat tartışmalarına indirgemek haksızlık olun. Çok karakterli yapısı, bu karakterlerin birbirleri arasında da yaşanan dramatik çatışmalar, filmin sokağın şiirini yansıtması.
Evet, en önemli unsurlarından birisi sokağın şiirine ait olması. Alfredo'nun mücadelesindeki inancı...

Rengarenk bir dram örneği sunması... ve tabii müzikleri... "Kasım"'ın  sevdiğimiz aylar arasına girmesi için yetiyor da artıyor.

İspanyol Sineması bana göre insanı en iyi tahlil eden sinemalardan. Onu zaaflarıyla, mutluluklarıyla, suçlarıyla kısaca o olmasını sağlayan her edimiyle, niteliğiyle odağa yerleştirmeye bayılıyor. Bunu da başarıyla yapıyor.

Kesinlikle izlenmeli...


1 Temmuz 2013 Pazartesi

Başıboş

Aha kendi "Aylak Adam" yolculuğum... Öğrenci değilim, çalışan değilim velhasıl toplum gözünde bir halt değilim. Planım programım var geleceğe dair. En azından yakın geleceğe dair. Bir olta takımı edinmek. Yanımda Sait Faik, hiç olmadı Vüsat O'Bener balığa çıkmak. Ardından bir sırt çantası. Istanbul'dan trenler seferlerine başladığında mümkün mertebe gezmek, yok olmak. Günlük tutmaya yeniden başlamak. Kendime tutunmaya yeniden başlamak...

_______________


Bavullarımı topladım. Son defa evime baktım. İnsanlar ve kitaplar arasındaki gizli dehlizi düşündüm. Gülümsedim. İkisinden de pek kıymetlileriyle ortak bir bağ kurmuştum. Kendimi başkasında yıkarken, yeniden, ipin üstünde oynamaya devam ederek başlama gücünü buldum. Sonrası...

Senaryo Yazarının Yol Haritası


Wendell Wellman'ın kitabı senaryo yazımı açısından ufak ipuçları veriyor. Size filmlerden örnekler sunarken, kendi çalışma şablonlarından bahsediyor. Yine de kitabın benim açımdan iyi olmasının nedeni, öyküleme noktasında, öykünün kırılma anları noktasında durduğu yer. Bir de, ne olursa olsun iyi senaryonun senaristin elinde olduğu, senaristin etrafını daha dikkatle izlemesi gerekliliği.

Fascination Street



Şöyle güzel bir parça da yok değil...

Kara Kedi Ak Kedi

Kesinlikle keyifli bir film. Karakterler eğlenceli. Bir kargaşadır sürüp gidiyor. Keza bahsedildiği gibi müzikleri de çok iyi. Emir Kusturica'nın sinema, yaşam coşkusuna kapılmak için ideal. Özellikle kimi sahneler filmin mizahına önemli katkılarda bulunuyor. Sonu tahmin edilebilir olsa da o sona gidişi izlemek güzeldi.

World War Z

World War Z, filmin ve insanlığın umudu Hollywood star sisteminden nasibini alarak Brad Pitt'e yükleyen, zombi külliyatına yeni bir bakıştan ziyade külliyatı vasatlaştıran, altmetniyle bilimi kucaklarken, politik duruşuyla Amerikanvari havasını her an hissettiren bir yapım.
Marc Forster sevdiğim bir yönetmendir. Özellikle Stay filmi benim için özeldir. Fakat World War Z'yi kariyerinde bir iniş olarak gördüm. Hareketli kamera kullanımı gerilim dozajını arttırırken filmin karakteristik yapısına fazla bir artı getirmemiş. Zaten klasik bir gişe filmi olarak henüz ilk dakikalardan konuya bodoslama bir giriş yapıyor World War Z. Biz de kahraman eskisi, kurtarıcı mitimizin ana figürü Brad Pitt ile savaşa dahil oluyoruz.
World War Z bir kitap uyarlaması fakat kitabı okumadım. Bu nedenle filmin bazı hamlelerinin kitaba sadık kalmak için mi yapıldığı veya bariz senaryo eksikleri mi olduğunu bilmiyorum.
  ---spoiler---
Filmin politik bir duruşu da mevcut. Örneğin İsrail korunaklı bölge. Çünkü zombi istilasından evvel akıllıca bir hamle yapmışlar. Ayrıca kapılarını Filistinlilere de açıyorlar. Fakat Filistinliler sayesinde zombiler İsrail'e saldırıyor. Bir de İsrail'in altyazıda Orta Doğu olarak çevrilmesi meselesi var.
Virüsün yayılması da, en azından ortaya çıktığı belirgin bölge Kuzey Kore.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise Harvardlı dostumuzun trajik ölümü!!! Adam sadece Brad Pitt'in zihninde filmin ilerleyen dakikalarında bir kıvılcım yaratmasına neden oluyor. Öyküye hizmeti bu kadar. Önemli bir hizmet.

---spoiler---
Yaz sezonu açıldı, gişe canavarları sinemayı mideye indirmeye devam ediyor. Yüksek ihtimal devam da edecek...