25 Ağustos 2013 Pazar

Nevermind the Name


Havada Bulut


Sait Faik'in Havada Bulut'u insanlarıyla kalabalıklaştırdı yaşantımı. Köpekli adam kimdir mühim değil? Bir köpek ve bir adamdır işte. Adam köpekle konuşan bir adamdır. Yaşayan, aşık bir adamdır. 
Kitabın sonundaki Rıfat Ilgaz'ın anektodu ise harikaydı. Sait Faik, öykü seninle güzel.

This Gun For Hire


"Bu Silah Kiralıktır" kara film türünde izlediğim örnekleri düşününce türdeşlerinden hayli geride kaldı. Tesadüflere fazlaca olanak sağlayan bir senaryo, son yarım saate yedirilen milliyetçi söylemler, inandırıcı olmayan bir karakter değişimi, çocukluk travmalarıyla geliştirilen bir yan öykü. Derinliksiz... 

Humprey Bogart

Bogart üzerine bu kitap, usta oyuncunun filmlerine, kariyerine, hayatına kısa bir bakış. Fazla ayrıntılı bir çalışma değil ancak mevzu Bogart (karizma, Hollywood, kadınlar, oyunculuk) olunca insan keyifle okuyor. Okuduğuyla yetinmemek üzere kitabın başından ayrılıyor. 

Henüz

parmak ucuma saplanıp gezinen
romatizmal ağrı, bugünün yalnızlığı

çok öykülü, bin gözlü
balık ağlarına takılan
kent cambazları

biz bir toplamı eksiltmek uğruna
daha başlamamışken birbirimize
az avizeli evlerden
az koridorlu evlere gerilen
ince ip üzerinde
(ortasında sokak lambası)
daha başlamamışken
gökyüzü boyasına öykünüp
imlasız ve dengesiz sevişmeye

o cambazlar ki
suya attılar kendilerini

kentimin eğip büktükçe
kırdıkça
teninden çizgiler geçtikçe
şekilden şekle giren
kartondan sokakları

sokakların ayrık otu büyüten çocukları
çocukların kurdele sarılı döküntülü rüyaları
kent cambazlarının ruhlarını almışlar

ve sırf onlar bilirler
bu durmadan birbirine çarpan
mazgallarında güzel sözler büyüten kentte

akça büyük kalıp sabunlar
yağmur suyuyla köpürtülüp
sahici insanları barındıran şiirlerle
temizler zehirlenen kanı

Her Aşk Gibi Yarım


Doğan Yarıcı imzalı Her Aşk Gibi Yarım romanı başucu külliyatım arasına üst sıralardan giriş yaptı. İçimi ısıttı. Sımsıcak bir hüzün bıraktı ardından. Geçmişe, yaşamadığım fakat yaşasam epey mesut olacağımı düşündüğüm zamanları (Pariste Geceyarısı filmi tersini söylese de) yeniden özledim. Sinema, yeşilçam, Beykoz, deniz, insanlar, kendi dünyalarını sahiplenen, sevgiyi sahiplenen insanlar dolu kitap. Bir de kimler gelip geçmiyor ki satırlardan; Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Baradan, Sadri Alışık, Adile Naşit, Vahi Öz, Nubar Terziyan, Cahide Sonku, Suna Pekuysal, Altan Erbulak, Ömer Lütfi Akad, Seyfi Teoman... Nicesi... İkinci dünya savaşı fonunda film şeridi gibi bir anlatı. Okunulası dahası yaşanılası ve sevilesi.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

A Face in the Crowd


"Film, 'Yalnız' Rhodes isminde kaba ve köylü bir gitaristin, yerel medyadan TV yıldızlığına, oradan da siyasette "kral-yaratıcı" haline gelişine uzanan hikayesini anlatır. Onu taşranın ücra bir köşesindeki hapishanede keşfeden radyocu Marcia Jeffries isimli kız ise, Rhodes'un büyüsüne ilk kapılan kişi olacaktır."

Medyanın gücü, yönlendirici etkisi, şöhretlerinin ikili yaşamlarına dair kayda değer bir Elia Kazan filmi. Sıfırdan başlayan bir taşralının önce radyo, ardından da televizyon yardımıyla önlenemez yükselişinin öyküsü. Güç değişim getirir... Kazan'ın Viva Zapata filminde de ufaktan benzer bir tema vardı lakin iki filmin finali karakterlerin iki zıt yolu seçmelerini yansıtmasıyla olayın rengini değiştiriyor. 

A Face in The Crowd, medyayı eleştirebileceği tüm alanlarda sözünü esirgemeyen tavrıyla da dikkat çekici. 

Reklam, politika, güven, sömürü, kapitalizm, bencillik, yüksek ego... 
1957 yapımı bir filmden günümüze bu denli paralel çizgi çekmek ise şaşırtıcı. Tüm medeniyet gelişimlerine, yaşanan olaylara rağmen medya hala yerinde sayıyor. Sadece şimdi daha renkli, daha fazla, daha alacalı. 

A Face in The Crowd'da sevdiğim diğer bir husus ise, aslında televizyon karakterleri yaratan, besleyen geniş bir çalışan kesimin bulunduğunu göstermesi. O beyaz cam gerçeğin çok uzağında duruyor. 

Kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

  ---spoiler---
Filmin özellikle son on beş dakikası bir harika. Ana karakterin gözden düşmesinin ardından yapılan konuşma, medya dünyasında, şov dünyasında hala geçerliliğini koruyan tespitler sunuyor.

---spoiler--- [^]

Sadece Duvardaki Başka Bir Tuğla

Sulanmış çimlerin kokusu… Sokağın sessizliği… Masmavi gökyüzü… Mızıka çalan bir kadın… Gün ışığı… Huzur.

Caddenin ortasında, darağacında sallanan bir adam. Saklanmaya fırsat bulamadan suçüstü yakalanmış. Gazeteler yazıyordu. Güldüğü o kadar belirginmiş ki inkar etmemiş. İdam kararı oracıkta, polisler tarafından verilmiş. Hemen infaz edilmiş.

Sırtımı rüzgarda hafif hafif sallanan boş bedene verip eve yürüyorum. Zili çalıyorum. Annesi açıyor kapıyı. Suratıma bakıyor. Anlıyor… İçeri giriyoruz, mutfağa. Henüz dokunulmamış üç kişilik kahvaltı sofrasına oturuyorum. Ekmek var, tereyağ var, utanılacak bir şey yok.

Çocuk uyanmamış.

Annesi çayımı dolduruyor. Biyolojik annesi değil tabii. Yasanın izin verdiği biçimde, hiçbir duygusallık taşımayan seri üretim bir koruyucu sadece. Programlanmış edimler, kestirilebilir cümleler. Devletin, seçilme ihtimali bulunan sekiz yaş çocuklarına atadığı türden. Prosedür. Çocuk kaderini gerçekleştirinceye kadar sağlıklı kalmalı.

Zizi mutfağa giriyor. Evet, sekiz yaşında (seçilenler daima bu yaş grubuna aittir) esmer, kıvırcık saçlı. Sağ elinin üzerindeki baklaya benzer doğum lekesi. Sol yanağındaki gamze. Kış doğumlu.

Benim için bir denetçi dosyasında yazılan bilgilerden ibaret olan çocuk karşımda duruyor. Görevim bugün ona eşlik etmek. Komedyen onu bekliyor, duvar onu istiyor.

Kahvaltımızı bitiriyoruz. Zizi hazırlanıyor. Annesi:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyorum.” diyor otuz sene evvel yüklenen ses tonuyla.

Kapıdan çıkıyoruz. Önce Zizi’nin okuluna gitmeliyiz.

Caddeler, sokaklar Zizi ile dolu. Ülke Zizi’nin suretine bürünmüş. Afişler, bayraklar… Bizi görenler, Zizi’yi fark edenler hemen alkışlamaya başlıyor. Coşku dalga dalga yayılmakta. Kimse gülmese de, hepsinin mutluluğunu hissedebiliyorum.

Okul sokağına giriyoruz. Zizi yan koltuğumda, tek kelime etmeden bulutları seyrediyor. Suskunluğunu bozmayacaktır. Gözetmenlik yaptığım on yıldır kimse suskunluğunu bozmadı. Kutsal anlarda, kelimeleri kullanmamak, ses çıkarmamak genetik bir kod olmalı. Her ne kadar insanlar başlangıçta, kutsal törenlerine hazırlanırken, tören sırasında çığlıklar atmış olsa da.

Zizi arkadaşlarıyla vedalaşıyor, omuzlarına dokunarak. Vedalaşma ritüeli omuzlarda yükseliyor. Fazlasına izin veya gerek yok.

Harika eğitim sistemimizin ana aktarıcılarından mimara dönüyor Zizi son defa. Herkes aynı ağızdan tekrarlıyor:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyoruz. Ülkemizin refahı bir kat daha yükselecek sayende. Zizi, Zizi, Zizi!”

Üstünlüğünün bilincinde Zizi. Kibirli bir havası var.

Sınıftan ayrılıyoruz.

“Çocuklar kitaplarımızın on altıncı sayfasını açalım.” cümlesini duyuyorum mimardan.

Gülün Adı kitabının çocuklara yönelik sadeleştirilmiş baskısının sayfalarının çevrildiği canlanıyor zihnimde. (bebekler için, yetişkinler için, yaşlılar için olan baskıları da mevcut)

Yirmi dakika sonra komedyenin yanına, Elysian’a ulaşıyoruz. Kare halinde tasarlanmış, yerin altında iki kat, yerin üstünde bir kat, bir de zemin kattan oluşan şehir tapınağımız burası.

Zizi yarım saat kadar yanımdan ayrılıyor. Genç, bakımlı hemşirelerce yıkanıp temizleniyor. Ardından tekrar buluşuyoruz. Omzuma dokunuyor Zizi.

Vakit geldi. Gitmesi gerek.

Gardiyanlar Zizi’yi alıp, büyük salondan götürüyor. Bir anlığına Komedyen’i, maskesini (gözleri haricinde tüm yüzünü kaplayan) görebiliyorum. Başıyla selamlıyor beni. (maske sadece seçilmiş kişiyle başbaşa kalındığında çıkar)

Daracık sunak merkezinde Komedyen ile Zizi yalnız kalıyorlar.

Neler olacağını biliyorum. Ölümsüz Bildirge’de, ülkemizin kuruluş metninde yazıyor.

“Gülmenin yasaklandığı, ağlayan insanların kalmadığı ülkemizde duvarlar durmadan yükselmeli. Kalan son Komedyen, ölümsüz usta, seçilmiş çocuğu ağlattığında, çocuğun ağlamaktan kalbi durduğunda… Refahımız da duvarlar misali yükselecek.”

Elysian’dan krematoryuma doğru yola koyuluyorum. Ana meydan tıklım tıklım. Bekleyiş başlamış. Canlı yayın araçları da olan biteni tüm ülkeye naklen yayınlıyor.

Arabayı otoparka çekip, bacanın görülebileceği bir mesafeden krematoryumu izliyorum. Bir buçuk saat sonra bacadan mavi duman yükseliyor. Meydan çığlık çığlığa. Birbirinin omuzlarına dokunan (vedalaşmak değil bir sevinç, kıvanç belirtisi) insanlar. İyi dilekler.

Duygusallığım üzerimde. Ülkemizin büyük sorunu bu; aşırı duygusalız. Aşırı merhametli, aşırı misafirperver, aşırı düşünceli, aşırı aşırı…

Kematoryuma girip orta büyüklükteki dikdörtgen tuğlayı, Zizi’nin külleriyle imal edilen tuğlayı alıyorum. Arabanın arka koltuğuna atıp, tören alanına, şehrin kuzeyinde (ki ülke sınırlarından biridir) yükselen duvara götürüp görevlilere teslim ediyorum.

Diğer yurttaşlarla beraber töreni seyrediyoruz. Altı aydır yükselen vergi grafiğiyle, şehrimize yaptığı ekonomik katkılarla tuğlayı duvara yerleştirmek Bay K.’nın hakkı. Bay K., şık ceketi, simsiyah ince bıyıkları, zarif uzun boynu, boynuna ihanet eden koca göbeğiyle elli metre yüksekliğindeki duvara zar zor çıkıyor. Merdivenlerde yardım alması normal.

Uzun bir nutuk çekiyor. Başkan tarafından omzuna dokunuluyor. Seyircilerle alkışlıyoruz. Ağlamak istesem de yapamıyorum. Sadece seçilmişlere bahşedilmese inanın yapabilirdim.

Bay K. Tuğlayı duvara bırakıyor:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyoruz.”

Aynı esnada, ülkenin doğusunda, batısında, güneyinde tuğlalar duvarlara bırakılıyor. Altı ay kadar rahatız. Gelecek kutsal törene dek.

İnsanlar ufak ufak tören alanını terk ederken, tuğlalara bakıyorum:

“Sadece duvardaki başka bir tuğla. Refahımız, güvenliğimiz için.” diye geçiyor içimden.

Gitar Günleri


Kumpanya


Özellikle ismini kitaba veren öyküsünü pek bir sevdim. Faik'in doğal, içten, ak pak insanları azalsa da etramızdalar hala. Onları okudukça Faik okuyor insan, Sait Faik'i okudukça onları. Gauthar Cambazhanesi metninde ise Faik'in öykücülüğüne, hayat perspektifine, insana bakışına dair net ipuçları mevcut.

"- Nasıl değil, derdi. Pekala hayat nedir?
-Ne bileyim, derdim. Daha başka bir şey. Daha sessiz sedasız, daha gürültüsüz. Şehirler, köyler, arabalar yok, diyeceğim yani fazla dekor yok. Fakat insanlar var. Yiyip içen, gülen ve akşamları birbirini düşünen, birbirini yiyen ve bizim gibi oturup konuşan, yürüyen insanlar."


A.R.T.Z



A.R.T.Z gayri nizami, gayri resmi, gayri ciddi fakat epey özenli amatör sanat topluluğu çalışmalarını sürdüyor. Blog gelişim aşamasında. Blogun asıl amacı bizi, sanatın bir dalıyla ilgilenen insanları duyurmak, çalışmalarını sergilemek. Sıfır Ego parolasıyla yola koyulduk.

Lucia - Silence


Elysium


"2159 yılında toplum iki sınıftan oluşmaktadır: biri Elysium isimli insan yapımı bir uzay istasyonunda yaşayan zengin sınıf, diğeri ise aşırı nüfuslu ve hasarlı Yeryüzü'nde yaşayan fakir sınıf. 

Hükümet yetkilisi sekreter Rhodes göç karşıtı yasaların uygulanması ve Elysium şehrindeki insanların lüks yaşamlarının korunması için önüne çıkan bütün engelleri aşmak istemektedir. Ancak bu Yeryüzü'nde yaşayan insanların Elysium'a girme çabalarını engelleyemeyecektir. 

Şanssız Max (Matt Damon) köşeye sıkıştığında cesaret isteyen bir misyona çıkmayı kabul eder. Eğer başarılı olursa sadece kendi yaşamını kurtarmayacak aynı zamanda bu kutuplaşmış dünyalara eşitlik getirecektir..."

District 9'un hikaye, altmetin, öyküleme açısından düşük seviyesi, cilalama, Hollywood endeksini tavana çekme, efektlerle filmin gürültüsünü artırma, araya bir iki de duygusal sekans yerleştirip, arka planı çocukluğa dayanan bir dostluk serpiştirme açısından katbekat üstü. İlk dakikalardan itibaren aksiyonun pek durmadığı, sağlık sisteminin sınıf farkıyla kazındığı, elitistlerin cennetlerine kaçışın sorgulandığı lakin Damon'a yüklenen kurtarıcı miti bir iki ufak hamle dışında fazlaca göze batarken sistemi yok et, dünyayı kurtar mottosundan ziyade sisteme katıl ona uyum sağla felsefesine yönelen film. Görsellik, efektler doyurucu. Blomkamp ilk filmindeki atmosferi koruyup üzerine katmış. Senaryo da ise aynı şeyleri söyleyemem. Sharlto Coply'in oyunu ise dikkat çekici. Sinemada izlenirse keyfi çıkabilir.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Yemişim Sanatını



Öyle reklam üzerine ahkam kesmem. Biz daha iyisini yaparız da demezdim hiç ama bu reklamda son nokta artık. Ne prodüksiyon, ne senaryo, ne oyunculuklar düzgün. Sucuğun tarihinden çıkıp da olayı  yenilen sanata getirmek sanırım Van Gogh'un boya yemesinden akla gelen bir fikir. Reklam başarılı mı? Akılda kalıp, konuşuluyor ya yeter. Yok yok başarısız reklam hatta reklamın kötüsü. Ah be Kahin Sucuk geleceği göremedin mi?

Kings of Leon


Üçüncü Sınıf Kurmaca Şiir

kahretsin 
ben hep eski bir şeyi severdim 
vakit şimdi oldu mu
yetişemezdim asla
kapı kilitlerine sıkışan parmaklarım kanayınca
kentlere
delilere
aşka
delilerin kurduğu kentlerdeki aşklara
kentlerde deliren aşıklara
soyunan şiirler 
önce kelimelerini sıyırır kollarından
ay ışığında
yetişemezdim Emperyal Oteli'nden kaçıp
kan ter içinde
gece trenleriye uzaklaşıp
intihar hasretinde
en fazla, neyse eski bir şey sevdiğim
omuzlarına oradan kaldırıma dökülen
kırıklarını toplardım

kahretsin, eminim pazartesiyse günlerden
ben sevmek için pazarı anardım

68 ve Sinema

Ertan Yılmaz çalışması olan 68 ve Sinema, altmışların hareketli döneminin önce toplumsal, ardından sinemasal öykülerini üç ülke kapsamında (Amerika, İtalya, Fransa) takip ediyor. Üç ülkede yaşanan toplumsal hareketliliğin benzerliklerini, farklılıklarını ortaya koyarken dönemin sinemaya yansımalarını da irdeliyor. İtalyan yeni gerçekçiliği, Fransız yeni dalgası da kitabın değindiği konulardan. Kitabı bitirdiğiniz vakit, siyasal sinema hakkında fikir yürütmeniz olası.

Mars Attacks!






Land and Freedom


"1936 yılında İspanya'da İç Savaş hüküm sürmektedir. Liverpollu işsiz, genç ve komünist kahramanımız David, İspanya'ya, Franco'ya karşı direnen devrimci harekete yardıma gider. İngiliz yönetmen Loach, 'Ülke ve Özgürlük'te, Franco'nun faşistleriyle mücadele edenlerin idealize edilmiş bir portresini sunuyor. O, anti-faşistlerin ortak bir amaç, bir hedef üzerinde birleşemeyişlerini anlatıyor."

Loach filmleri kesinlikle izlenmeli. Land and Freedom, Loach unsurlarının hemen hemen hepsini barındıran, duygusal yan temalarıyla büyük bir ideali sarıp sarmalıyor. Filmin en beğendiğim iki yanı, romantik devrim fikirleriyle İspanya'ya gelen İngiliz karakterimizin gördükleriyle düşüncelerinin realist bir biçime evrilmesi. İkinci ise aynı düşü farklı rüzgarlarla paylaşan grupların birbirine düşmesi. Ülke ve Özgürlük özellikle şu dönemlerde baş tacı yapılası Loach filmi...

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Nezihe Meriç - Çisenti


Nezihe Meriç ile ilk tanışmam. Meriç kesinlikle edebiyatın ustalarından. Anlatım dili, betimlemeleri, hissiyatı. Çisenti, genellikle geçmişle, kentle örülü özlem öyküleri sunuyor diyebilirim. Metinlerdeki renk karışımı, deniz kokusu harika fakat yine de okurken aramda bir mesafe vardı öykülerle. Kitabın biyografik yanının ağır basmasından mı, Meriç'in dik durmasına rağmen kırılgan yaşam algılayışından mı?

Under the Dome


"Güzel, güneşli ve tamamen sakin bir bahar gününde, Maine’deki Chester’s Mills isimli küçük kasabanın dünyayla olan bütün bağlantısı, açıklanamayan görünmez bir güç alanı tarafından aniden kesilir. Uçaklar görünmez bir kalkana çarpar, şiddetli bir yağmur önüne geleni yıkıp yerle bir eder. Havadan kasabaya düşen, yanan uçak parçaları vardır. Kubbe yavaş yavaş alçalırken bahçevanın eli kopar. Arabalar infilak eder. Aileler birbirinden kaçar, herkes panik içindedir. Hiç kimse bu kalkanın nedenini, neden, ne zaman geldiğini ve ne zaman ortadan kalkacağını bilemez. "

İyiden iyiye ritmini yakaladı dizi. Bu hafta  yedinci bölümü yayınlanacak. Stephen King kaleminin tüm ince detaylarını sunmuş. Yazarın asıl mahareti, tüm o bilinmezlere, yaratıklara, kubbelere karşın insanın korku unsuru olması. Tıpkı The Mist'te markete sıkışan insanlar gibi.

Hiroshima Mon Amour


Hatırlamak, unutmak... Unutmayı istemek, hatırlamaya direnmek... Kentler, kentleri kent yapan insanlar... Özellikle filmin açılışındaki on, on beş dakikalık bölüm çok iyiydi. Hiroşima'ya eşlik eden aşkın güçlü tasviri. Hafıza üzerine yapılan şık ve şiirsel bir Fransız filmi. Zamanı bölen yapısı izlemeyi güçleştirse de atmosferi, atmosfere eşlik eden replikleri algıyı toparlıyor. Sert veya aşırı net bir politik tavrı olmamasına rağmen savaş, barış; Hiroşima temalarına yaklaşımıyla, kullandığı haber görüntüleriyle, belgeselvari tekniğiyle olanların bir kısmını gözler önüne seriyor. Riva'nın oyunculuğu ise bir harikaydı... 

Çöp Poşeti - Deliliğe Övgü

Dün gece bir rüya gördüm. Annemin oldukça geniş bir tabutu vardı. İçinde yüzüyordum. Güneş yakıp kavuruyordu bedenimi. Ruhum kıpırtısızdı. Dinginlik diyemem buna. Zira sayıklayarak uyandım. Camus'un Yabancı romanı üzerimde açık kalmıştı. Tekrar uyuyabilmem için epey süre gerekti. Birkaç şiir geçirdim içimden. Geyikli Gece'de dalmışım.

Sabah kalktığımda telefona sarıldım. Ofisi aradım. İşe gelmeyeceğimi söyledim. O gün bisiklete binmek istiyordum. Haluk Bey, reklam departmanın müdürü, önce sinirlendi. Ardından iyi olup olmadığımı sordum. Durumun Öykü ile bir alakası var mıymış? Beni yağmurlu bir akşam, artık sana layık değilim klişesi ve kime layık olduğu sorularıyla terk eden Öykü. Kırmızı Değirmen başıma yıkılmıştı. Üstelik Öykü'nün ölmesine gerek kalmadan.

Hayır ilgisi yoktu. Sadece çalışmak yerine bisiklete binecektim. Nihayet ikna oldu Haluk Bey. Sinirden bıyıklarını yemeye başlamıştır diye düşündüm. Büyük ihtimalle sabah kahvesinin kalıntıları eşliğinde.

Annem televizyondaydı. Dizilerden birini izliyordu. Gittim, elli beş ekran tüplü televizyonu kucakladım, balkondan aşağıya attım. Annem şaşkın şaşkın bakıyordu. Ona geç gelebileceğimi söyledim. Yatsın uyusun, beklemesin beni. 

Ağlıyordu kadın, bana neler oluyordu? Ah bu babam. Profesyonel olarak yirmi iki yıldır kayıplıkla uğraşan, emekliliği düşünmeyen babam yüzündenmiş. 

Annemi söylenmeleriyle bıraktım. Anahtarlarımı çöpe attım. Çıkmadan evvel yanıma bir çöp poşeti aldım. Bugün bana arkadaşlık edecekti. Sağolsun kabul etti. 

Apartman kapısında Turan'la karşılaştım. Cerrahpaşa'da tıp okuyordu. Samimi dostumdu. Yediği içtiği benden ayrı giderdi ama olsun. Konuşmaya başladı. Dediklerini tam anlayamıyordum. Dinliyordum, kelimelere ulaşmıyordum sadece. 

Aniden Turan'a kafa attım. Sendeledi, düştü. Beklemiyordu. Orada öylece yatarken bir iki de tekme savurdum. Kan içinde bıraktım onu. Kin gütmüyordum Turan'a. Saniyelik gelen bir vurma hissini bastırmadım. Vurduktan sonrasını da umursamadım. Merakla biraz inceledim sadece.

Poşeti rüya kırmızısı bisikletimin gidonuna astım. Hızla pedalları çevirmeye başladım. Bir yandan da dertleşiyordum. Öykü'yü anlatıyordum. Sadece iki defa gördüğüm babamı. Baş parmağımla, işaret parmağımdaki kalemtıraş yaralarını. Morte a Venezia filmini. O hep susuyordu. Ara sıra rüzgarın yarımıyla konuşmaya çabalıyordu sadece. Bana hak verdiğini hissediyordum.

Durdum. Bisikletimi bir süs havuzunun içine bıraktım. Poşeti koluma sardım. Yürümeye başladım. Cadde kenarında bir sergi salonu vardı. Ruhlar Dükkanı isimli fotoğraf sergisini gezdim. Sergiden ayrılırken, ziyaretçi defterini çaldım. Sergi berbattı. Ruhum kırılmıştı. Defter daha da berbattı. Eciş bücüş yazılmış övgü dolu sözler.

Caddeye döndüğümde ceplerimi kontrol ettim. Kardeşimin pasosu yanımdaydı. İlk gelen otobüse binip son durağına gitmeye karar verdim. Tıklım tıkış bir otobüste, mizahla harmanlanmış saygısızlık vebasıyla mücadele ettim. Canım sıkılıyordu. La Fontaine'den bir masal okumaya başladım. Ezberden, yüksek sesle. Ateş böceği ile Pamuk Prenses en sevdiğimdi. Bir çırpıda okudum. Teklemedim. Alkış da almadım. Alkış almak şöyle dursun, herkes bana tuhaflığımı vurgular biçimde baktı. Üçüncü durakta otobüsten atıldım. Oysa ki Kaplumbağa ile Külkedisi masalına gelmiştim. Hani şu, kabuğuna dikiş iğnesi saplanıp, yüz yılda uyuyabilen kaplumbağayla onu öpmeye yeltenen kız hakkındaki.

Defteri otobüste bırakmıştım.

İndiğimde büyük bir kalabalığın arasına düştüm. Seçim zamanı yaklaşıyordu. Halkın çok sevdiği ne idüğü belirsizler sorumlusu bakan konuşma yapıyordu. Poşetim dikkat kesildi. 

Bana göre ağır şizofreni hastasıydı ne idüğü belirsizler bakanı. İnsanları hastalığına davet ediyordu. Kabul görüyordu. Konuşmasında üçüncü geometrik dünya savaşı, bütün kitaplarla bütün filmlerin tek kitap, tek filme indirgenmesi gibi konular vardı. Mahşer yeri dinliyordu. Alkış kıyamet, methiye, kaside ne ararsan alandaydı. 

Bu muhteşem, muhterem zatı öpmek istediğimi söyledim. Eller üzerinde beni sahneye taşıdılar. Fear of the Dark'ı söylememiştim bile.

Sahneye vardığımda ayıp olmasın diye kulaklarından öptüm bakanı. Mikrofonu aldım. Ağzıma geleni saydım. Ağzıma gelmeyen kelamları ise ince ince ortaya çıkarıyordun. Şahaneler şahenesinin akıl oyunlarını yürütmedeki becerisine, hitabet sanatına, bireyi henüz öldürülmeden tebeşirle çizmesine sövdüm durdum. 

Yaka paça alaşağı edildim. Yakamı düzeltebilsem de paçam şanslı değildi. Polis görmedim, karakol bilmedim, doğru akıl hastahanesine götürüldüm.

İlk defa onunla karşı karşıya geldim. Karşımdaki uzun bacaklı, kısık gözlü, ortalama göğüslü femma fatale fısıldadı:

"Delirmişsin"

Çöp poşeti hüzünle irtifa kaybetti. Gözlerini kıstı, kolumda pıstı.

Uçurtma İskeleti

ayyaş rüzgarların öptüğü
darmadağın uçurtma iskeleti
güvercin çatılarının böldüğü
kasığı ay ışığı
gri gökyüzümüzde

kapılar açılır
kapılar kapanır
ufak sessizliklerde

kar durmaz kesiğinde
şubat şiirlerinin
kapı önlerinde

çarmıha gerilen şairler
balkon demirlerinde

evler
odalar
pencereler
koridorlar

rüya adına örgütlenemez ve katiyen sevişemez
gerçekliğe ihbar edilmekten korkarlar

masallar lekelenir
anlatılmadan
sökülen halılarda

rutubetli şairler
yağmur duvarlarında

resimler
hayaller

dün adına intihar edemez ve katiyen ana dönemez
unutulmayan kadın yüzünün kırıldığı aynalarda

darmadağın uçurtma iskeleti
salar iplerini
içimizin kuytu ferahlığında


The Wall

Harika bir Roger Waters gecesi yaşadık dostlarla birlikte. Türkiye'nin şu günlerini düşünürsek adam tam zamanında konser verdi, tam zamanında duvarı yıktı.