25 Ocak 2013 Cuma

Tehlikeli Oyunlar

: Kelimeler, kelimeler albayım.
Bazı anlamlara gelmiyor...

İnsan kelimelerini öyle olur olmazlara vermese rahat edecek. Aslında bazı anlamlara geliyor da idrak edene. Yoksa tartışılmaz gücü, kelimelerin.

Alıntılama Sanatı

Eğer,
Hayat alıntı yapmaya değecek kadar mükemmel olsaydı, çekip seni alırdım satır aralarından.
iyi ki değil. Bir nevi değilleme kudreti...

Klişeloji

Kahve fincanındaki ruj izi...
Yağmur yansıması...
Güneş karanlığı...
Soluk...
Ayırt edilmeden...

Tanımadık arkadaşlardan birisi klişe hastalığına yakalandı. Klişelojiden muzdarip. Yaptığı her edim, gerçekleştirdiği her eylem klişe. Ya kitaplardan, ya filmlerden besleniyor. Unuttum gerçekten kimdi? O da unutmuştur. İmkansız hatırlamak.

Korkuyorum klişe sularda boğulacak.

Kırılan Zaman

Chris Marker’ın kısa filmi La Jetêe kıyamet sonrası dünyayı konu alır. Üçüncü Dünya Savaşı gerçekleşmiştir. Yeryüzü nükleer bir felaketin eşiğinden geçmiştir. Sağ kalan az sayıda insan yeraltı şehirlerine yerleşmiştir. Çözüm için, insanlığın yaptığı hataları görmek için zaman yolculuğuyla alakalı deneyler yapılmaya başlanır. Deneylerin neticesinde denekleri iki farklı son beklemektedir. Delilik veya ölüm.
Marker’in filmi, Tery Gilliam’ın 12 Maymun yapımına kaynaklık etmiştir. Marker La Jetêe’yi hareketsiz görüntülerle, siyah beyaz fotoğraflarla oluşturmuştur. Sinema sanatı, fotoğraf sanatının ardılıdır. Ondan beslenir. Bu açıdan bakıldığında Marker’in estetik tercihi filminin yapısıyla da bütünlük oluşturur. Ancak filmin akılda kalıcı tüm unsurlarına (anlatıcının okuduğu metin, fotoğraflar, müzik) rağmen adıma en önemli noktası, zaman kavramına yaklaşımıdır.


Yüzyılımızın insanı zamanın neresindedir? La Jetêe, insanı hata yapma süreci ve hatalarından ders alma potansiyeliyle geçmişe yerleştirir. Fakat filmin kırılma noktası geçmişe bakmak fikrini tartışmaya açar. Deneklerden birisi yanlışlıkla geleceğe gönderilir. Artık denek, geçmiştir. Geleceğin insanları davetsiz misafirlerini pek iyi karşılamaz. Çünkü insan daima hata yapacaktır. Davetsiz misafir de geçmişin hatalarının yansımasıdır.

Günümüzde, tüketim toplumunun, kapitalizmin hapsettiği birey geleceğe fazlaca önem verir. Yaptığımız hemen her eylem, hemen her edim geleceğe atılan ufak adımlardır. Demek ki geçmişin önemsenmesi gerekmez. Onu sımsıcak bir yaşanmışlık ya da ders alınacak olaylar silsilesi halinde görmek gereksizdir. Fakat geçmişi uzaklaştırmak, insanın kendisiyle, toplumla yüzleşmesinden kaçış yolu olabilir. Belki de geleceğe dair atılan adımların boş gelmesinden, adımların boşa çıkacağını düşünmekten duyulan korkudur geçmişi ötelemeye neden. Kendimizi kaybedercesine hırsla sarıldığımız eylemlerin boşluğa yönelik olduğunu duymak, bireyi iyi hissettirmeyecektir.

 

Ya şimdi? Geçmiş, gelecek arasında kalan zaman dilimi. Çoğumuzun diline pelesenk olan: “anı yaşamak” sloganına konu olan “an”. Geçmişi, geleceği fazlaca düşünmeden değer katılabilecek yaşam dilimi.
Mike Leigh’in Naked filmi şimdi’ye dair ilginç bir yaklaşım geliştirir. An ile alakalı bir diyalog geçer filmde. Diyalogun özü, asla şimdiki zamanı yakalayamayacağımızdır. Onun hızına yetişmek neredeyse imkansızdır. Misal: “Ben şu andayım” cümlesini söylerken, cümle çoktan geçmişe gömülmüştür.

Zamanın mağlup edilebildiği nadir alanlardan masalların: “Bir varmış bir yokmuş…” şeklindeki başlangıçları tesadüfi olmasa gerek. Geçmiş, gelecek, şimdi üçgeninden tuhaf bir çıkış.

Yine de ne olursa olsun zaman sorunsalı insanlıkla birlikte olmaya devam edecektir. İnsanın kendisini zamandan soyutlayamadığı sürece. Sevindirici bir çıkarım şu olabilir; insanın zamana ihtiyacı kadar, zamanın da onun farkında olan bireylere ihtiyacı olmasıdır. Yani bizim yenemediğimiz zaman da bizi, insanı, insanlığı yenememiştir.

21 Ocak 2013 Pazartesi

La Jetêe

 



 Twelve Monkeys filminin esin kaynağı. Hakikaten izlerken büyük keyif aldım. Sinema fotoğrafa dayalı bir sanat dalıdır ya çoğu sinemacı bu önemli noktayı es geçer. Ayrıca fotoğraflarla bir hikaye böyle güzel anlatılabilir. İnsanın çıkışı da çıkışsızlığı da, geleceği de, geçmişi de, kıyameti de, kıymeti de insan yine, anlayana...

Kısa Öykü

Kadın her sabah bahçesini sulayıp güneşi öpüyordu. Bir sabah güneş onu öpmeye kalktığında, kadın bahçeyi terk etti.

Kısa Metraj

on beş saniyede açar
dudaklarımda
intihar çiçekleri

insana hapsolan şehrin
kertenkeleye çalan
renkli şiiri

otuz saniyede değişir
kadın
rüzgarsız ellerini

kadına adanan şehrin
sus rengi
pus rengi şiiri

iki dakika-

ağrı; çıplak
şubat soğuğu misali

gözlerin
tedarik edilebilir
kiraz ağacı rüyası
kış yangınında

yasak çocuk oyunu
bel kemiğin yanında

elveda
sözün isotu

ateş uzatma
kısa kes

saniyede küle döner zaman

Masal



Masal

Şu an son kez bakıyorum kendi gözlerimden.
Yakında değiştirecekler beni istemeden.
Ben mi seçtimki bu oyunu, kurallarını seveyim?
Bir zar atımı diyordu adam..
Belki de önce onu dinlemeliyim..

Zor; inan çok zor.
Bu küçük ellerle dünyaya tutunmak,
Çok zor.

Gölgesi düşerse ruhuma benden önceki herşeyin,
Perde açılmadan önce kendime gelmeliyim.
Ben mi diktimki bu kostümü neden giyeyim?
Hayat başladığı gibi biter.
Belki de rolümü boşvermeliyim.

Zor; inan çok zor.
Bu küçük ellerle dünyaya tutunmak,
Çok zor.

--

Mimlediğim şarkı. Mimlendiğim şarkı...

Bazısı memnun ama başkasının gözleriyle bakmaktan ve kostümünü giyip, rolünü oynamaktan. Biz de memnun değiliz fakat tersini de yapamıyorum. İkilem sen ne büyük aşksın...

Korkuyorum Be!!!

http://www.filmler.com.tr/resimler/film/resim/hayvan-mezarligi-744-12489.jpg

Korku filmlerinden uzaklaşmama neden olan yapımlar, sırasıyla;

1_ Lanetli Tepe
2_ Hayvan Mezarlığı

Çocukken bitirdim Freddy, Chucky filan falan... Ancak bu filmlerin etkisi ayrı. Hayvan Mezarlığı'nın kitabından bile az tırsmamıştım. Sağolsunlar, korku filmlerinden uzaklaştım. Lanetli Tepe'nin açılış sahnesi de yakamı bırakmaz hiç...

Belgesel Yapamamak Üzerine

Sahaflar üzerine bir belgesel yapmak fikrimiz vardı. Tabii yine malum nedenlerle olmadı. Ülkemizin kamera ikilemi nedir anlamıyorum? Bir çekim olduğunda hemen yanaşıyoruz merakla. Fakat kamera üzerimize çevrilince kaçışıyoruz. Sahaflarla da benzeri oldu. Neyse yapamadık belgeseli ancak sahafları savunmaya devam. Okuma oranının giderek düştüğü günlerdeyiz. Teknolojinin etkisi de malum. Bilgiye ulaşma hızı çok yüksek. Çoğu insan kitabı angarya olarak görüyor olabilir. Güncel kitapların daha fazla takip edilmesi de sahaflar açısından mühim. Sahafların ticarethane değil ancak ticaret yapmalılar. Yine de kitaplar çok uygun fiyata bulunabiliyor. Üstelik (kamera kapalı :) ) eski bir sahafla sohbetin keyfi anlatılamaz. Mümkünse gidin bir çaylarını için. Anlatın, anlattırın...

(Yeni projemiz, büyük işletmelere ait olmayan sinemalar; bakalım...)

18 Ocak 2013 Cuma

Sahaflar

Sahafların en güzel yanı; edindiğin bir kitabın öyküsünün bitmemesi. Bilinmez senden önce kaç öykü paylaştı kitap. Hem orada okunan değil, okuyandır zatiali. Merak mükemmel.

Karşıtlık

Görmenin kıymetini kör birine rastlayınca, duymanın güzelliğini sağır biriyle tanışınca, dokunmanın mucizesini aşktan yoksun kalınca anlar insan. Karşıtların birliktesizliği. Diyalektik materyalizmi severim de ondan bahsetmiyorum. Lakin karşıtı olmayan bir madde bulan olursa bana mail atsın. Köprüden karşıya geçiyorum.

Kral Lear



Nihayet Kral Lear oyununu İzmit'te izleyebildim. Dekor, sesler, müzik, oyunculuklar hepsi çok iyiydi. Özellikle ikinci perde yüksek temposuyla nasıl geçti anlamadım. İktidarın, hırsın insan kötücüllüğünü besleyen yapısı çok iyi işlenmiş. Fakat William Shakespeare'in önemini oyun bitince kavradım. Tüm oyunları günümüze harika benzetmelerle uyarlanabilir. Oyunlarının özü aileden, devlete genişletebildiği biçimde devletten, aileye indirgenebilir. Ey ya insan...

Un Homme Qui Dort



Öncelikle filmin allak bullak eden bir havası olduğunu, zor bir seyirlik şeklinde tanımlanabileceğini, izlerken resmen bunaldığımı belirteyim. Nedense beğendim yine de... Büyük ihtimalle uzlaştığım, uzlaşmadığım noktaları yüzünden.
Film aynı isimli kitabın sinema uyarlaması. Hiç diyalog yok. Fakat diyaloga gerek bırakmayan bir anlatıcı mevcut.
"Uyuyan Adam" olarak çevrilen filmde adamın hiç uyumaması beni iki soruya yöneltti. Adam bazen uyuyor ve izlediklerimiz uyku ile uyanıklık arası bulanık görüntüler mi? Ya da adam asıl uyanık zamanlarında mı uyuyor? Topluma, insanlığa bir atıf mı? Belki de...
Film ufaktan Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam kitabına benziyor. İki karakter de topluma karşı bir başkaldırı niteliğinde. Çoğunlukla eylemsizlik halleriyle. Yapılan her eylem birbirine benziyor, artık sizi siz olmaktan çıkarıyorsa bir eylemde bulunmanın önemi kalmaz.
"Bekleyecek bir şeyin kalmayana dek beklemek istiyorsun."
Pasif olmak bir nevi.
"Beklemeye ve unutmaya devam etmek istiyorsun."
Bir çözülme. Ancak çözülme ile (film açısından) hareketsiz, bunalımsız bir yaşam beraberinde geliyor.
Açılış sahnesini çok beğendim. Koşut kurgu sayılabilecek biçimde ana karakterin yalnızlığı, toplumun kalabalığıyla birlikte sunuluyor. Filmin en önemli manevrası, ses kullanımı. Sahne geçişleri, anlatım dili en çok sese bağlı. Tabii biçimsel açıdan karşıtlıkların kullanıldığı replikler, görseller mevcut.
Şu eylemsizlik meselesine dönersek. Eylemsizlik, yaşama karşı verilen güçlü tepkilerdendir. Hem yaşıyorsunuz hem de yaşamın dayatmalarına karşı çıkıyorsunuz. Fiziksel, psikolojik, sosyal açıdan tamamen soyutlanma hali. Paul Auster'ın Ay Sarayıçalışmasında da benzer bir durum mevcuttu.
"Dünyaya kayıtsız kalmak ne cahillik ne de insafsızlıktır."
Özellikle beğendiğim bir sekanskarakterin gazete okuması üzerine kurulu sekansı oldu.
Filmin çoğu unsuruyla uzlaştım. Fakat sonunda, finalinde tüm insanlığı aşağılık görmesini kabullenmedim. Tamam toplumsallaşmayı canavar olarak nitelemesine kısmen katılabilirim. Fakat tüm insan soyuna yaklaşımını kabul edemem.
"Giydiklerin, yediklerin, okudukların senin adına konuşamaz."
21. yüzyıl için geçerli olmayan replik. Dışarı çıkın, insanların susup bir sürü şeyin onlar hakkında atıp tuttuğunu görün...

16 Ocak 2013 Çarşamba

Fotokopi


“Sinan, Timur’u gördün mü?” diyerek içeri girdi Ahmet. Daracık ofiste iki kişiydiler şimdi.

Sinan uğraştığı belgeleri bırakarak ofis kapısında duran Ahmet’e döndü. Açıkçası Timur’un nerede olduğunu bilmiyordu. Yine de soruyu doğrudan cevaplamaya niyeti yoktu. Altı saattir sıkıntıdan patlıyordu. İşe gelmenin, çalışmanın en iyi yanı eve dönmeyi beklemektir. Tabii süreyi, olabildiğince az öfke ve sıkıntı yaralarıyla atlatmak gerekir. Biriyle konuşma ihtiyacını, hatta günlük saçmalama kotasını doldurmalıydı Sinan. Tüm bunları evde yapamıyordu. Karısını konuşulmayacak kadar çok seviyor, konuşmaya çalışmayacak kadar nefret ediyordu.

“Ne yapacaksın Timur’u?”

Ahmet hala ofisin kapısındaydı. İçeri girmekle alakalı büyük problemleri vardı. Rüyalarını kabusa çeviren problemler. Dünyanın en güzel kapısından girmesi mümkün olsa, o kapıda beklerdi. Dünyada iki çeşit insan tipi vardı Ahmet’e görenler. Taş çatlasa üç. Kapıda bekleyenler, çoktan kapıdan girmiş olanlar, bir de kapı ustaları.

“Sana ne...” diye geçirdi içinden. Sinir oluyordu Sinan’a. Tıpkı kendisinden az çalıp çok kazanan herkese olduğu gibi. Sinan gibiler dünyaya tenis kursuna yazılmak için gelirdi. Kursa yazılır, pahalı bir raket alır, önlerine gelene savururlardı.

“Birkaç fotokopi vardı da çekilmesi gereken.”

“Sen halledemiyor musun?” diye sordu Sinan.

İkisi de yerlerinden bir an kıpırdamamıştı.

Ahmet biraz daha orada dursa Sinan’ı soru işaretleriyle boğup öldürebilirdi. Polisler geldiğinde, cinayetin ufak bir noktalama hatasından kaynaklandığını belirtebilirdi. Bir de mümkünse TDK hapishanelerinde yatmak istediğini...

“Neyse abi boş ver.” Ahmet ofisten çıkmak için (ki ofise girmemişti zaten) döndüğünde Aysun’a çarptı. Aşık olduğu Aysun’a... Sinan’a aşık olan Aysun’a...

“Özür dilerim Ahmet Bey.”

“Kardeşim üç saatte bir kimlik fotokopisini ayarlayamadınız.” Haykırdım kesik kesik öksürerek. Emeklilik de, maaşı da batsın. Üç kuruş için gördüğümüz muameleye bak. Ah anacağızım, tutturmasaydın memur ol diye. Hoş, memur olmasam ne olacaktı. Yazarlık peşinde sürünecektim büyük ihtimal. Belki sürünmezdim, başarırdım. İstediğim hayata kavuşurdum. İyi kötü sıcak bir lokma geçti boğazımdan memuriyet sayesinde. Ya yazar olabilseydim, denemedim bile. İyidir memurluk iyi. Devlet kapısı hiç değilse. Geliş gidiş saatin belli, ücretin garanti. Eskiden şiir bile yazmıştım. Bir kadına üstelik. Memurluk olmasa evlenemezdim. Sevmedim ama evlendim. Çoluk çocuğum da olmadı. Neyse...

Kırtasiye tıklım tıklımdı. Dayanamadım çıktım. Köşede duran simitçiden simit aldım. Fotokopici çocuk gelmemişmiş efendim. Kimse de fotokopi çekmeyi bilmiyormuşmuş. Üstelik fotokopi cihazının kullanma kılavuzu da aniden ortadan kaybolmuşmuş. Hala çocuğa da ulaşmaya çabalıyorlarmışmış. Biraz sabır gerekirmişmiş. Kaç senedir sabrediyorum zaten emeklilik için.
Güneş tam tepeme vuruyordu. Nefes almam güçleşti aniden. Sol kolum, göğsüme doğru iyice ağrıdı. Gözlerim karardı. Simit ne güzel, taze taze.

Anahtarlarını ikinci defa düşürdü. Ardından nihayet kapıyı açabildi. Salondan, televizyon sesi geliyordu. Annesi evdeydi demek.
Çantasını bir köşeye bıraktı. Okul kötü geçmişti. Manken olmak istediğini belirttiğinde, neden böyle gülmüşlerdi? Bir sınıf arkadaşı fena dalga geçmişti. Tamam normal mankenlerden olmak istemiyordu. Şu vitrinlerde duran cansız mankenlerden olmak istiyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu. Hangi üniversiteye gitmeliydi. Ancak hayalindeki meslek kesinlikle buydu. Cansız manken olmalıydı. Bunun için doğmuştu. Bütün gün büyük bir vitrinin arkasında duracaktı. İnsanlar onu seyredecekti.
Salona girdi. Annesi pirinç ayıklıyordu. Onun yanına oturdu. Konuşmadılar. Annesi, babası gittiğinden beri böyleydi. Sadece musakka yaptığında konuşuyor, nasıl olduğunu soruyordu. Musakka, babasının en sevdiği yemekti.

Televizyonda bir son dakika gelişmesi vardı. O sıra iptal edilen sınavını düşünüyordu kız. Fotokopi çekememişler. Ertelenmiş sınav (aslında o halledebilirdi fakat sınavdan kaytarmak cazip gelmişti) Hangi gün olduğunu söylemediler. Fotokopi çekememek ona komik gelmişti. En azından, cansız manken olmak isteyen bir kızdan daha komik.

Haberlere yoğunlaştı;

“Dünyadaki tüm fotokopiciler ortadan kayboldu. Yazılı belgelerle yapılan çoğu iş durdu. Dünya yeni bir krizin eşiğinde. Bugün, Birleşmiş Milletler ile Avrupa Fotokopiciler Birliği toplanacak. Alınabilecek acil önlemler hakkında bir görüşme yapacaklar. Ancak fotokopi çekebilecek kimsenin kalmadığından şüpheleniliyor.”
Kız aniden ayağa kalktı. “Korkmayın, ben varım. Ben biliyorum fotokopi çekmeyi.”
Annesi pirinçlerin arasında yeni bir taş buldu. Onu da kenara ayırdı.

“Hükümeti aramalıyım.” diye düşündü kız.




Satranç


Zweig'in satrancı kesinlikle yakama yapışan bir anlatı. Derinlemesine de yazacağım. Fakat en çok şu soru kafamı kurcalıyor; hayatta mutlu olmuş insanların tüm hamlelerini ezberlesek ne yana savrulurduk? Miş gibi yapmanın ayyuka çıktığı günümüzde "gerçek mutluluk" bireyin kendisini tanıması olduğu zamanlardayız. Ama kandırılmak işimize geliyor. Tamam mutsuzluk kabulüm, uzundur başa çıkabiliyorum. Ancak kandırılmak asla. Şah ve Mat...

Little Miss Sunshine



Little Miss Sunshine aslında bir kendini iyi hisset filminden fazlasını sunuyor izleyiciye. Neticede aile olabilmenin alınabilecek bir işe, intihardan dönen bir akrabaya, suskun bir gence, neşeli bir küçük kıza değil, bir minibüsle yapılan yolculuğa bağlı olduğunu söylüyor. Aslında tam olarak söylediği, çevrenizdekiler için biraz gayret edin ve bunu gerçekten onlar için yapın.

Sırf finaldeki dans sahnesi ile Alan Arkin'in harika karakteri, oyun gücü için bile izlenebilir. Ne vakittir komedi filmlerine gülmezken, dram-komedi beni kahkahaya boğdu :)

Sekiz

Ünlü harfleri alfabeden çıkarabildiğim an konuşup, yazabildiğim bir kadın olursa güzel olur güzel...

Elveda

Veda edemeyenler artı bir... Veda etmek ayrı bir sanat dalı. Her şeye rağmen veda etmek ise natüralist çizgiler taşıyor. Herkes yapamaz. Yapamadım. Şimdi önümüzdeki yıllar için bir pişmanlık kapısı daha açtım. Eh eşikte durmayalım.

15 Ocak 2013 Salı

Susmak

havaya ilişiyor
tüm kelimeler
toplu iğnelerle


Hammock



Hammock candır :)

Jack Reacher


Beklentisiz ve plansız film izlemenin keyfi...
Sıfır beklentiyle gidip memnun kaldığım filmlerden birisi oldu Jack Recher. Tüm tahmin edilebilirliğine rağmen keyifle izledim. Bazı kısımlarında bir güzel de güldüm. Tom Cruise'u zerre sevmem. Lakin aferinini verdim. Robert Duvall'ı Cash karakterinde görmek oldukça keyifliydi.
Bu noktada filmin iyiliğinden kötülüğünden ziyade, beklentisiz ve plansız gelişen bir sinema deneyiminin güzelliği yatıyor aslında. Yine anlıyorum ki hayal kırıklığı biraz da seyirciyle alakalı. Artık günümüzde, çoğu film için beklentiyi yüksek tutmak ne derece doğru bilmiyorum.
Filme dönersek... Takip sahneleri özellikle iyiydi ve Rosemond Pike da özellikle güzel :)) Werner Herzog ise "The Zec" ile soğuk kanlı fakat o karakterin oynanabileceği tipik bir performans sunuyor. İzlenebilir...

Dönmeyeceğimiz Bir Yer Beğen

Göğe baktığım her durağı işaretliyorum haritada. Lakin hala dönmeyeceğim bir yer beğenemedim. Dönmemi gerektirecek sürüyle insan veya konu olduğundan değil. İçimi yol kapladığından. İnsanın içi hep otobana çıkıyorsa veya raylara, en fazla kendinden dönemez. Yeterli...

İçimdeki Hamlet

Kaç yaşındaydım anımsamıyorum. Babam Hamlet'i izlemeye götürmüştü beni. Yer, Kadıköy Haldun Taner Sahnesi. Ne anladım, ne kadar anladım bilmiyorum. Etkilenmiştim ama eminim. Kılıcı kuşanıp önüme gelenden intikam almak istiyordum. Zehir beni de ele geçirecekti. Olsun, umursamıyordum. Sonra beş on yılda, iki yaş filan büyüdüm. Anladım ki, insan en çok kendinden intikam alabilirmiş. Kendi Hamlet'i olabilirmiş. En azından vicdanen tahliye edildim.


13 Ocak 2013 Pazar

Zerre


gagasından savrulsa kuşun
düşmez zerresi yere

içi rüzgara karışmıştır bir kere


kum taneleri toplanıp zamana dönse
gölgemi dirseğime kadar sıyırıp da
terim, kurumadan güneşe aktığında

insan ellerini ölçü edip şiir yazabilir
ellerini kine çevirip dumanları dağıtabilir
-yapı/bozum-

sokağın başındaki kimsesiz yağmur rüyası
müneccim kadın eklemindeki ebemkuşağı

dudağına sürülen pis su yazısı
kişi hangi an mürekkebe döner

çocuk
mandalina kabuğunda yaşayan
kızıla büründükçe
canı yanan

salkım saçak

-

sokağın ortasında başkasının gözleriyle
ebem kuşağını görünce çocuk
elleri düştü

gölgesi;
kayıp ilanlarında

zerresi
güneş dolu, kirli sarı, isli, puslu

Çıkmaz Sokak

Kadın:

"Seni sevemem çünkü sen sensin." demiş...

Adam:

"Seni seviyordum ama sen o değildin." demiş...

Kadın başkasını seviyor. Adam bir çıkmaz sokakta "çıkamamak" kelimesinin anlamını düşünüyor. 

( Paralel evrenlere inanmayan coğrafyacılar olmamalı hayatta )

Yarın Ne Kadar Sürer?

-Yarın ne kadar sürer...

-Sonsuzluk ve bir gün...

Bir gün daha, bir gün daha... Sonsuzluk içerisinde ufacık noktalar halinde geçirdiğimiz zaman. Şairlerin, sinemacıların, ressamların; sanatçıların zamanla alıp veremediklerini anlayabiliyorum biraz biraz. İnsan, genellikle özlemle andığı bir geçmişe sahiptir. Ona gelecek kaygısı eşlik eder. Yetmiş yıllık ömürde yetmiş dakika kendimizi tanımaya çalışamamamız bundandır. Anı kaçırmak denen şey de. Bir ucuyla da ölümsüzlük. Ancak biliyorum, "Paris'te Geceyarısı" filmindeki bir husus akla  yakın. Biz geçmişi özleyenler veya yaşamadığımız bir geçmişi sahiplenenler, o geçmişte yaşamak isteyenler... O zaman şimdiki zamanımız haline gelseydi başka bir geçmişi özleyebilirdik. Olayın dönüp dolaşıp bağlandı yer şimdi. Eh "Naked" filminde de asla şimdi de yer alamayacağımız anlatılıyor. Ben bunları yazarken şimdide değilim. Ona yetişemem zira. Neyse duvar takvimi, masa takvimi, kol saati, masa saati (radyolu :) ) kullanan birinin şahsi takıntıları da olabilir bunlar. En iyisi şunu dinleyin;


Kameralı Katil

Thomas Glavinic imzalı Kameralı Katil son dönemde okuduğum en iyi çalışmalardan. Uzun öykü, kısa roman (böyle bir tür varsa :) ) arası gidip gelen kitap incelikle örülen bir kurguya sahip. Anlatım dilini aman aman beğenmedim. Yine de yaptığı medya eleştirisi, ufaktan politik bakış açısı, çarpıcı gerçekçiliği ve Haneke filmlerine benzer tavrıyla kesinlikle şans tanınmalı.


10 Ocak 2013 Perşembe

Kösem Sultan



Genellikle tarihi oyunlarda sıkılırdım. Bizdeki tarih derslerine benzer çünkü çoğunlukla. En az yaratıcılıkla, düz bir anlatım. Kösem Sultan oyununu ise gayet beğendim. Sade dekorundan, ışıltılı kostümlerine güzel bir yapım. Oyunculuklar da iyiydi. İktidar hırsının bir insana neler yaptırabileceğini bilmek insanın kanını donduruyor. Final bölümüne ise ayrı bir parantez açmak gerek. Çok güzeldi. Zuhal Gencer Erkaya'yı da sahnede izlemek ayrı keyifti. İzmit Şehir Tiyatroları sanki Istanbul'un bir iki tık üstünde gibi. Buradaki tiyatro seyircisi de sayı olarak daha çok göze çarpıyor. Tabii bilet fiyatlarının düşüklüğü de...

Ben Bir Hiçim Hepsi Bu

Gidiyorsun. Ağır geliyor ama veda edemeyeceğim. Şartlar öyle gerektiriyor. Zaten şartlar normal olsaydı da yapamazdım. Veda etmeyi sevmem, üstelik hep görmek istediğin ve muhtemelen bir daha görmeyeceğin birine. Lakin biliyorum mutlusun. Başkasıyla ama mutlu. Bencillik edecek halim yok. Mutlu olman yeterli. Umarım hiç bozulmaz. Zaten... Zaten ile başlayan bir cümle kurmayacağım. Yine büyük konuştum... Elveda hiç okuyamadığım veya yanlış okuduğum masal. Ben yine bir mutsuzluk çizeceğim badi parmağımla içime. Ardından o badi parmağım da seninle uçup gidecek. Sana hiç şiir okumadım; zaten umursamazdın (evet yine "zaten") şu an okuyorum ama... Cemal Süreya, Üvercinka.

Çözümlenemeyen birkaç sual;

-İnsanı bir yaşanmamışlık bu denli tüketir mi

-Sevmek nasıl bir perde ki kişiyi tanımak güçleşiyor

-Yarın ne kadar sürer

Ve evet; ben sana asla yarını sunamazdım, güzellikler de büyük ihtimal. Sadece her şartta yanında olabilirdim, en fazla da kötü anlarında. Bilirim asla bir ilişki kötü anlar üzerine kurulamaz. Önemli değil zaten (!!!) ben bir hiçim hepsi bu. Güzel lakin...

Naked


: Ben şu andayım...
: Bunu söylerken şu anda olamazsın, gelecek veya geçmiştesindir.
Yani anı yaşamak teoride çürüyor, hızına yetişemediğimiz bir olgunun parçasıyız. Hızına yetişemiyorsak geçmişe veya geleceğe mahkum olmak olası. Yine de, zamana değer katılabilir. En yapılabilir eylem gibi duruyor.
Mike Leigh filmi Naked. İçi boş gözükmesine, olay örgüsünün kopuşlar yaşamasına rağmen izlenmeye değer. En azından tartışılacak pek çok konu bırakıyor ardında.

Filler ve Çimen

Çimenler yok olduğunda, fillerin altında ne ezilecek? Peki ikisinin de farkında olmadığı, karıncaların kayboluşundan kim sorumlu. Arada kalmak...

İnce Ayar

Dünyanın en çok zihne değen düşüncelerindendir; "ben ölsem kim üzülür..." Bu bencil fikirler üzülecekleri düşünmek yerine; "ben ölsem kim sevinir..." i düşünün. İkisinde de netice sıfır bile olsa eşitlik bozulmaz ve sonuç; hayattasın sadece ve hayatta olman güzel.

7 Ocak 2013 Pazartesi

Fisher King

Gilliam filmografisi içerisinde özel bir yeri olan "Fisher King" öncelikle hikayesi, ardından; oyunculuk performansları ve görsel anlatımı ile harika bir sinemasal deneyim sunuyor. Gilliam'ın sevdiği türde, sevdiği şekilde tıkır tıkır işleyen bir film. Mitlerden, delilikten, acıdan, aşktan feyz alan güçlü portreler.


Yukarıdaki kısa yorumumu sayfalarca genişletebilirim. Lakin gerek yok. Deliliğe bayıldığımı belirtmem yeterli. Birincisi oyun dışı kalıp hala oyun oynayabiliyorsunuz. Kastettiğim tamamen aklı yitirmek değil. Ortak bilince, ortak akla bir nevi karşı çıkış. Çok basit, otobüste avazınız çıktığı kadar şarkı söyleyin. Sonra , sonrasını malum. Durup dururken gülün. Gülmeye ne denli kötü bakıyoruz aslında. Delilik iyidir, özellikle başkasının aklını kullanıyorsanız. Farkında olan olmayan, kum saati kırıldı, boğulmadan uyanın...

Gitmek

Benimle kal, diyemediğimiz her insanın da
benimle gel, diyememesi işi daha zor kılıyor...

Modern Zamanlar

Dün TRT'nin bir kanalında "Modern Zamanlar" isimli program vardı. Kaç kişi izledi acaba merak ediyorum. Haberim bile olmadan, tesadüfen oturdum karşısına. Önemli mevzulardan bahsediyorlardı. Birkaç not aldım...

*Bizim dışımızdaki her şey bize kim olduğumuzu söylüyor.

(21. YY'da insan kendi kimliğini nelerle oluşturuyor? Tüketim kültürünün damarlarımızda gezdiği şu günlerde. Sistem herkes gibi ol dayatmasının uç sınırlarında. Yok herkes gibi olamıyor da, kendin gibi oluyorsan dışlanırsın. Ben kimim sorusuna verilen cevaplara bakalım? Ben doktorum, ben öğrenciyim, ben şurada çalışıyorum, ben şunları seviyorum, şunlardan haz etmiyorum. Basite mi indirgendik? Bizi tanımlayacak şeyler bunlar mı? Satın aldıklarımız bizi biz yapıyor, dışlanma korkusu kendimizi farklı lanse ettiriyor. Bir yere ait olma dürtüsüyle herkesleşiyoruz.)

*Sosyal medya, kendini yeniden inşa etme alanı. Paylaşılan bir düşünce iki dakika sonra yenisi tarafından yok ediliyor.

*Düzenli nakit akışı kimliği oluşturur.

*Ben, sen, o yok; biz, siz, onlar var.

*Kimlik, eskisini atın yenisini alın.


6 Ocak 2013 Pazar

Mandalina Kabuğu

Mandalina kabuğunda yaşayan bir çocuk tanımıştım. Dengesini yitirse, düşse bir yerleri açılsa, kanasa, acıdan gözleri yaşarırdı. Normal evlerde yaşayanlardan üç kat fazla yanardı canı. Gözleri yaşardıkça daha çok kanardı kesikleri. Günün birinde c vitamini eksikliğinden tüm kabuğu yedi. Acıya direnci düştü, şimdi ota boka ağlıyor. Yakındır ölmesi...

Martin Mystere

"Martin Mystereİtalyan Bonelli Comics şirketi tarafından yayınlanmakta olan bir çizgi romanserisidir. Hikayesinde temel olarak arkeoloji, bilim-kurgu, fantastik edebiyat, tarih, mitoloji gibi konulardan bahseder.

Martin Mystere 1982 yılında Alfredo Castelli ve Giancarlo Alessandrini tarafından yaratılmış birÇizgi-roman kahramanıdır. İlk sayısı Nisan 1982'de İtalya'da Bonelli Comics yayınevinden çıkmış olup, iki yıl sonra Türkiye'de de yayın hayatına başlamıştır. O sıralar Türkiye'de çizgi-romanpiyasasını elinde tutmakta olan Tay Yayıncılık tarafından çıkartılmaya başlanan Martin Mystere, bazı politik nedenlerden dolayıTürkiye'de "Atlantis" adı altında yayımlanır. Tay Yayıncılıktan çıkan 31 ve 50 sayılık iki serinin sonunda Martin Mystere de yayın hayatına son vermek zorunda kalır. Uzun bir süre yeni bir sayısı Türkiye'de yayınlanmayan Martin Mystere90'larda AD\Doğan Egmont Yayıncılık tarafından yeniden, bu kez orijinal isim ve formatta basılmaya başlanır. 31 sayı süren bu seriden sonra, 2000'lerin başlarındaAksoy Yayıncılık tarafında basılan 15 sayıyla birlikte yayın hayatına ikinci kez ara verir. 2002 yılında Lal Kitap tarafından yeniden yayın hayatına dönen Martin Mystere, halen Lal Kitap tarafından çıkartılmaktadır."



Mystere'i sevme nedenim aslında dünyanın çok gizemli bir yer olduğuna inanmam. Tabii bir de eski medeniyetler merakım. Hepsi bir yana dense ki, len sen daha bireysel gizemlerini çözemedin. Doğru da dünyayı çözmek kişinin kendisini çözmesinden kolaydır, derim. En son Kral Arthur ile alakalı bir bölüm okudum. Fevkalade güzeldi. Bu bitince hangi çizgi romana geçsem acaba?

Alıntı; vikipedi...

Rüya Tabiri

Freud Emice'yi rüyada görmek ne demek? Baktım rüya tabirlerine bulamadım. Sadece belirli bir sınıfın psikologu olup, kendi bilinç-altı dışında herkesin bilinç-altı hakkında söylenmek ne güzel. Biz adama elindeki puroyu sorunca; "bir puro bazen sadece bir purodur." der ama... Neyse bilinçatıma atlayıp kaçıyorum ben. Hem o bölge olmasa nasıl iteceğim istemediklerimi?

Yumuşak Toprak

içim sana yankı
sesim boşluğuma çarptıkça 

ulaşmayan mektupların ilk satırlarında gizli
annemin kekik tüten sesi, saçları gölgeli
bana oynanmayan yasak oyunlar sunan
badi parmaklar, sevdikçe, direndikçe uçan
bu şehir insanın gözlerini baykuşlara yedirir
bu şehir şiiri ala kargaların ciğerine yedirir

salıncağım üflesen göğe devrilir

gölgemi içtim diye
ötekileştim

oysa gölge içilmeliydi ki
aydınlık kalsın geriye

duvar çatlaklarına sızıp ağladım diye
sarmaşıklarla usanmadan terli seviştim diye

kelamlarım asfalta döküldü

ah, vah’a en yakın andır
ağaçlardan öğrendim

kiraz yedim
göğüs kafesim çekirdek
üzüm yedim
suyu karıştı canıma

İstanbul Hatırası - Köprüyü Geçmek

Istanbul'u saran ve sabah sisle inen müziğe dair güzel bir belgesel. Fatih Akın'ın yönettiği, Baba Zula'dan Sezen Aksu'ya, Orhan Gencebay'dan Müzeyyen Senar'a hatta Ceza'ya dek geniş bir yelpazede müzisyenlerin ağırlandığı, sokağa taşan bir yapım. Büyük keyifle izledim. Yeni müzik insanları tanıdım. Sevdim... Her kentin bir sesi vardır bilirim, Istanbul'un çok yönlü sesi, farklı tınıları ise paha biçilemez kesinlikle.


Ben Bir Martı Olsam - Baba Zula - Brenna Maccrimmon

(Sokağa koşasım var, avaz avaz bağırasım bazen bağırmadan geçmiyor içindeki meret...)