23 Ekim 2012 Salı

MirrorMask


"Neil Gaiman ve Dave Mckean. Efsane “Sandman” çizgiroman serisinde başlayan yoldaşlık, Mirror Mask ile beyazperdeye taşınıyor. 15 yaşındaki Helena, ailesinin işlettiği sirkte, insanları eğlendirir. Fakat bir gün annesi, sirkte yaşadığı ağır bir rahatsızlık sonrası hastaneye yatırılır. İlk defa kendi ayakları üstünde durması gerektiğinin fakına varan Helena’nın olgunlaşmasının, sorumluluk almasının ve tercih yapmasının zamanı gelmiştir. Rüyalarında ulaştığı zamansız bir dünyada, iyinin ve kötünün amansız mücadelesine “denge”yi getirecek aynalı maskeyi bulmak ta Helena’ya düşer. Senaryosunda Neil Gaiman imzası olan filmde, onun tüm çalışmalarında olduğu gibi rüya öğesi bu filmde de ön planda. Dave Mckean ise, görsel öğeleri çarpıcı bir biçimde kullanıyor. Kitaplaraaynalara, maskelere, bilmecelere ve müziklere yoğun sembolik anlamların yüklendiği huzursuz edici bir film Mirror Mask."

Önemli uyarı; uyumadan evvel izleyiniz...
Film seçme beceriksizliğimi birkaç defa dile getirmişimdir. Kararsızlık beter bir durum. Çoğunlukla bu yüzden, izleyeceğim filme karar veremeyip film izlemediğim olmuştur. Neyse, "MirrorMask" e nasıl ulaştım bilmiyorum. Lakin iyi ki de ulaşmışım.
Filmin görsel boyutu şahene. Öykü olarak bir büyüme hikayesi veya aile iletişimi şeklinde lanse edilebilir. Lakin zaten en büyük numarası öyküsünü taçlandırdığı görsellikte. İzlerken o denli keyif aldım ki film bittiğinde "bitmeyen bir film" olmasını diledim.
Herbir görsel özenle işlenmiş, belli... Her karakter de gayet yaratıcı bir biçimde oluşturulmuş. Reklam estetiği minvalinde (ki reklam estetiğine katiyen inanmam, lakin filmden sonra kola reklamı izlemiş gibi hissettim.)
Gelelim zihinsel karıncalanmaya. Filmin atmosfer açısından seyirciye ulaşamama gibi bir sorunsal yaratacağını sanmıyorum. Lakin sizin kendinizi ne denli serbest bir şekilde filme bıraktığınız aldığınız keyfe orantı oluşturacaktır. Filmi uyumadan evvel seyretmek ise, rüya kapılarınızı ardına kadar açabilir. İyi ki izlemişim, iyi ki ulaşmışım filme... 

cmlrdm

Madamın Kayıp Köşkü


  "Bakın anlatayım..." diyerek, yüzünü mum ışığına biraz daha yaklaştırdı. Gölgesi artık odayı kaplamıştı ve adam iyiden iyiye belirginleşmişti.
Tedirgin elleri dizlerinde trampet çalıyordu. Bilmediğimiz bir melodinin, bilmediğimiz nakaratını icra etmek ile meşguldü. 

  Adam az sonra acayip felaketlere şahit olacakmışçasına yutkundu. Elleri trampet resitalini bitirdi. Üzerine eğreti gelen, yamalı ceketini düzeltti. Birbirine karışmış saçlarında ve sakallarında bir şeyler arandı. Geniş yüzü, beyaza çalan teni, kırmızı burnu, morarmış gözleri, hepsi onundu. Fakat sanki hiçbiri ona ait değildi.

  Yarım saate yakındır, Madam, yanında oturan bu adamı inceliyordu. Ağzından iki kelime alabilmişti. Sadece iki küçük kelimecik. Belki de adam anlatmayı bilmiyordu. Öyle ya, bazıları sadece dinlemek için vardı. Aynı Madam gibi, o da sadece dinlerdi. İnsanlar kendilerini gerçekten dinleyecek birilerine muhtaçlardı. Madam gibilerine muhtaç. Bunu dile getirmezlerdi, bir acizlik belirtisi saydıklarından veya gerçekten aciz olduklarından.

  Madam, ıhlamur dolu fincanından bir yudum aldı. Sonra, şıkırdayan yüzükler, titreyen fincana eşlik ederken, adam ile ortalarında duran ahşap sehpaya bıraktı fincanı. 
Hep şıktı Madam, iki asıra yaklaşan ömrüne rağmen hep şık, hep hayat dolu. Istanbul'a yakışan bir kadındı, hep öyle olmuştu, hep öyle olacaktı. Bu kentin kıymetine de kıyametine de asgari sayıda insan vakıf olurdu. Madam da bu asgari sayıdaki insan grubundaydı.

  Adam hareketlendi. Cebinden bir sigara çıkardı. Odaya göz gezdirdi. Karşılıklı iki koltuk (döşemeleri suskunluk mavisi filan) ortada ahşap bir sehpa, sehpanın üzerinde yıldız tozları, dört duvarda birer yağlı boya tablo (imzasız), altlarında Marmara Denizi'nden bir halı, odaya dolan güneşin yorgun ışığı, ufak bir pencere, bir kapı... Adam eski günlerinden kalma bir alışkanlıkla, zihninde odanın krokisini çıkarmış, eşyaları birer birer yerleştirmişti. Kırmızı renge dönen krokinin bir köşesi, çıkış kapısını işaret ediyordu.
Sigarayı yaktı adam, tek nefes çekti, tek, uzun bir nefes. Hani, esaretten özgürlüğe ilk varıldığında, içe çekilen bulut nefesi misali... Ardından, sigarasının küllerini ufak ufak, sol el parmağının dört aralığına serpti. Madam o sırada ıhlamuruna uzanıyordu ki vazgeçti. Adamın hareketleri, merakını gıdıklamıştı. Adam, sigara küllerini parmak aralarına serptikten sonra, yanan sigarayı, küllere bastırmaya başladı. Madamın şaşkınlığı artmıştı. Adam nihayetinde, sağ eliyle külleri ve sol avucundaki sigarayı kapadı. İki elini birleştirdi, eller havada bir kavis çizdi. İki el tekrardan ortaya çıktığında, küllerin yerinde gül yaprakları duruyordu. Madam samimice gülümsedi, bir tren yolculuğu sevinciyle.

  Adam artık anlatabilirdi. Nefes bile almadan:

  "Ben bir yanılsamacıyım. Sanırım babam da öyleydi. Bir gün en büyük numarasında rüzgâr nedeniyle kayboldu. Uçuyordu, rüzgârı hesaba katmamıştı. Oysa doğa tuhaftır, onu daima hesaba katmak gerekir. Onlu yaşlarımda, babamı bulabilmek için ben de bir yanılsamacı olmaya karar verdim. Önce ufak tefek yanılsamalar, ardından büyük işler.

  Yirmilerimin sonuna doğru dünyanın en gerçekçi yanıyla, yanılsama olmayan yegâne duygusuyla karşılaştım. Aşık olmuştum, çok geçmeden evlendim. Karımın güzelliğini tasvir etmeye çalışmayacağım. Saçmalık olur bu, çünkü asla bir insanı bütünüyle tasvir edemezsiniz. Yarım bir tasvir de ona özen göstermediğinizi düşündürür.
Otuzlarımın sonlarında, en büyük numaramı yaparken karım kayboldu. (Sanırım bu ailemize bahşedilen bir lanetti. ) Onu her yerde aramama rağmen bulamadım. Ben de yanılsamacılığı bıraktım. Ne de olsa karımın kayboluşundan sorumluydum. Cezalandırılmam gerekiyordu, insanın kendine verdiği ceza da tüm acıların üstündeydi."

  Yanılsamacı aniden sustu. Hızla konuşmuştu. Aynı hızla sustu. Sustuğu an Madam'ı daha fazla etkilemişti.
Madam, adamın neden biraz önceki numaraya ihtiyaç duyduğunu merak etti. Sonra onun gözlerinin içine baktı. Adam hareketsiz kaldı, başı öne düştü... Bilinen gerçeği arıyordu. Aniden, Madam'ın ruhu çığlıkların ortasına indi.

  Yanılsamacı Polonyalı bir direnişçiydi, İkinci Dünya Savaşı döneminden. Direnişe fiilen katılmaktan çok, direnişçilere moral vermek için çeşitli gösteriler düzenleyen sıradan bir adamdı. Karısıyla yaşamları aman aman bir düzende değildi. Fakat yaşamaya değer amaçları vardı. Hem gerçekten de ona aşıktı.
Gösteri yaptığı gecelerden birinde (ki bu gecenin ertesi için çok önemli bir eylem planı hazırlanmıştı, adamın haberi yoktu fakat karısı aktif görevde olacaktı) sığınakları baskına uğradı. Tam o esnada adam, kaybetme numarasını yapıyordu. Karısı uzun bir kutunun içerisindeydi. Naziler içeri girerken, makinelilerini direnişçilere yağmur misali boşaltmaya başlamadan az önce, karısı aniden kutudan dışarı çıktı. Yanılsamacıyı kutuya doğru itti. Adamın biraz evvel kilitlemeyi unuttuğu kilitlerle kutuyu kilitledi. Ateş tufanı başladığında, kadın kutuyu çevirmekle meşguldü. 3, 2, 1... Abrakadabra...

  Yanılsamacı ses çıkaramadı, tahtaların döşemelerin altında gizleniyordu. Üzerinde de boş kutu duruyordu, kutunun tam yanında da boşaltılan bir insan bedeni. Bu basit numarayla ve karısı sayesinde hayatı kurtulmuştu.

  Madam gözlerini adamdan geri aldı. Yanılsamacı kendine geldi.
Madam; "neden sustun, neden bu kadar severken ona yardım edemedin?" diye düşünüyordu. Lakin Madam hiç ölümle yüz yüze gelmemişti.

  "Demek böyle oldu." diye içinden geçirdi Madam. Gerçeğin ne olduğu mühim değildi. Yanılsamacı inandığı gerçekle acı çekse bile, diğer türlüsü daha acı vericiydi. Bu nedenle Madam bir şey söylemedi. Tıpkı, artık gülemeyen palyaçoya, kendisini levrek zanneden adama, rüya avcısı olduğuna inanan kadına, köşkün diğer sakinlerine de hiçbir şey söylemediği gibi.

  Madam, yanılsamacı odasından çıkmadan ona bir fincan ıhlamur ikram etti. Adam çıktıktan sonra da eski radyosunu çalıştırdı. Müzeyyen Senar; "Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim" şarkısını söylüyordu tozlu radyodan gelen buğulu sesiyle.

  Madam saate baktı, köşkü İstanbul semalarına çıkardı. Yeni misafirini karşılama vaktiydi...

Cemal Erdem

Reklam (Şeytanla Anlaşmalar: Bölüm I: Apaçık Tehlike)



Efenim bayram arefesindeyiz... İyi güzel... Yine mutlu günler bizi bekler...

Hep şikayet edilir, söylenilir "biz bizden koptuk," , "nerede o eski bayramlar," filan falan, durun bir durun neyse ki reklamlar var. Bizi bize anımsatan, kültürel değerlerimizi pekiştiren cicili bicili reklamlar. Üstelik bunu hiçbir çıkar gözetmeden, yeni bir toplum şekillendirmesi amaç edinmeden yapıyorlar. Canlarım benim, sağolsunlar, varolsunlar. 

Örneğin ben televizyondaki o meşhur şeker, çikolata reklamlarına maruz kalmasam, akraba ziyaretleri aklımın ucundan geçmez. Ürünleri satın almazsam da bayramım bayram olmaz. Özel günler, canlarımın en sevdiği zamanlardır. Bir taarruza geçerler ki sormayın gitsin. 

Favorim şu sıralar dönen Clint E. amcalı reklamdır... (konuyla alakasız tabii) o ne güzel bir reklam öyle, ne şeker şey o öyle, maşallah...

Sağolun varolun reklamlar.


Anneme reklamcı olduğumu söylemeyin… O beni bir genelevde piyanist sanıyor! – Jacques Séguéla


Hadi ya!!!

21 Ekim 2012 Pazar

Güneş Yanığı

bir gün bir sokak
değişebilir ellerini
bir şiirle

bir gün bir evi
odalarıyla, duvarlarıyla
duvarlardaki çerçeveleriyle
yitirebilir
o sokaklardan biri

-

tutuyorum suya uzatıyorum dudaklarımı
bile bile 
her suyun her dudağa yakışmayacağını
su aniden sen oluyor
sen yanımda olmayınca

düşünüyorum
oturup boylu boyunca
aklımdan Lorca geçiyor
kan misali bir kiraz ağacı
içimde büyüyor
gözlerimin ta derinine
çığlık atan adam yerleşiyor
bas bas bağırıyorum; suskun

tutuyorum suyu sana uzatıyorum
bile bile
hiçbir suyun senin dudaklarına yakışmayacağını
su hiç bana dönmüyor
ben asla yanında değilim

düşünüyorum
oturup şöyle etraflıca

dünyanın tüm güzel sabahlarını
sana armağan etmek isterdim; diye

birkaç Lorca dizesi
birkaç anlamlı çığlıkla

lakin güneş yakıyor tenimi
sen tenime düşmediğinden

//

bir sokak ulu orta şiirini değiştiriyor
ne ayıp, ne ayıp, iri dizeleri meydanda


Cemal Erdem

20 Ekim 2012 Cumartesi

Ataş

ellerini tuttursam ellerime
-felaket-
saçlarının arasına gizlenen
kayıp üç hece

sen; ünlem işareti
parmak aralarıma yaslansan
dolsa boşluğum

şiir omurundur senin
çekilse yıkılırsın

geceyi tuttursam gündüze
-yara-
acının ardı sıra takılan
sükut günce

gözlerini eklesem gözlerime
uzar giderim
toprak yer değiştirir
gök ile


şekil değiştirir
intihar kelamı
yaşamak kisvesinde

şair onurundur senin
kirlenmez

-kırılır ataş-

tutturulamayanlar


cmlrdm

18 Ekim 2012 Perşembe

Etikettir Bizi Biz Kılan

Yönetmen: Aslı Özge
"Köprüdekiler"

Filmden bahsetmeyeceğim aslında. Filmin bir sahnesinden yola çıkarak bir şeyler karalayacağım...

İki karakter bir teknoloji mağazasına girer. Çeşitli ürünlere bakarlar. Her müşterinin yapabileceği gibi, ürünleri incelerler vesaire... Ardından her müşteriye yapılmayacak bir muamele ile karşı karşıya gelirler. Kibarca !!! kapı dışarı edilirler. Zira görünümleri, giyim kuşamları, tipleri vesaire ön yargı yaratmıştır. Ki hepimizde olabilecek bir durum. Yalnız aslen olay şöyle cereyan etseydi; aynı tipler misal ayağında a marka ayakkabı, giyimleri b ve c markalar aynı mağazaya girseydi ve hadi biraz uç düşünelim, ön yargıya maruz kalmalarını sağlayan eylemi gerçekleştirselerdi... Gerisini düşünmek yersiz belki de... Bu tabii markalarla filan ilintili değil çok fazla. Yani hepimiz, tabii ben de çeşitli etiketlerle yaratıyoruz kendimizi ve memnunuz bundan. 

Yani; ön yargı üç lira, etiketlenmek beş lira, kapı dışarı edilmek, yanlış anlaşılmak, şekilsiz, cisimsiz yaşamak, herkes gibi olmak paha biçilemez... gerisi için...

Şehrim Kaybolmuş İnsanlarıyla


Bu kadar fazla dizinin olduğu sektörde birkaç iyi seçenekten birisi olarak görülebilir "Kayıp Şehir"... Neresinden bakılırsa işinin ehli bir isme rastlamak mümkün projede. Senaryo örneğin; "Hakan Bıçakçı" , "Murat Uyurkulak" gibi isimleri barındırıyor bünyesinde. Proje tasarım, "Tomris Giritlioğlu"... Velhasıl şans tanımak için ideal bir adres; "Kayıp Şehir"

Bir göç hikayesi ile başlayan, ardında Istanbul'da çok nüfuslu bir ailenin, farklı dallardan hayata tutunma çabasını işleyen dizi an itibariyle iyi bir tempoda sürdürüyor anlatısını. Karakterlere de değinmek lazım belki ama ilerleyen bölümlerde, geniş bir yazı ile diziyi yeniden ele alacağım. 

Düğmeler


                                                  


   
     Çemberin merkezinden uzak... Bardağın boş tarafı... Evlerin ufak odaları... Kalemin yazamadığı kelamlar... Göğün yırtıldığı an... Kimsesizlik... Nahoş...
                Sulhi... Sulhi için kaybetmek kazanmaktan mühimdir. Otuzlu yaşlarında, boylu poslu, annesi şiir, babası masal, kardeşi günce Sulhi. Kendisi yarım yamalak bir roman Sulhi... Ona göre kaybetmek; cayılmaz bir erdem. Kaybetmek ve sonrası, kazanmak ve sonrasından fazlasını verir insana.
                "Hayat kaybetmeyi öğrenme sanatıdır."
                Ahmet Ümit'in bir kitabında okumuştu Sulhi. O gün anlamıştı, başarılı bir sanatçı olduğunu.
                Sabah 07:30
                Sulhi ha uyandı ha uyanacak. Uyanıyor... Uyandı. Biraz uyanmasından bahsedelim onun. Sulhicik gece boyunca birkaç yüz defa uyanır. Aklından Aztekler geçer, Maya takvimini koparadurur. Uyanır, Müzeyyen Abla yanındadır: "Benzemez kimse sana." , benzemez tabii. Yine uyanır; sayıklar: "Ne olacak lan bu Beşiktaş'ın hali." ve bilmem kaçıncı kez uyanır: "Kan var bütün kelimelerin altında." , Cemal Usta, "Kan var Sulhi'nin tüm gecelerinin altında, kan ki gölgesiyle örtmeye çalışır kırmızıyı Sulhi."
                Nihayetinde, gece boyu ani uyanma krizlerine giren kendisi değilmiş gibi, rahatça, sessiz sakin uyanır Sulhi Efendi. Göz kapakaları aralanır, etrafı seyre başlar bir çift zeytin siyahı göz. Yıllarca seyreyler etrafı, hayat Sulhi için, pencere ardından izlenmesi gereken bir kıyamettir. Ne ortasına düşmeli, ne tamamen kopmalı... Ölümü andırmayan bir intihar haleti ruhiyesi. Avlanamayan düş avcılığı... Sulhi hep bu nedenlerle, örneğin bir çay bahçesine gittiğinde en dıştaki masayı seçer oturmak için. Ardından, bir çift zeytin çekirdeğine bürünen gözleriyle etrafı seyre dalar. Yıllarca...
                Ama yok... Sulhi’nin gece trenlerine binmeleri, plansız seyahatleri, kendinden caymaları, iklim değişikleri; hepsi aslında terk edilmekten. Basit; iki artı iki beş eder. Zira istemese de Sulhi tüm işlemlerin içindedir: “ Bir gece habersiz gidebilirim.” deyip giden insanlar. Tuhafır ki Sulhi’den gelip gidenler hep geceyi seçtiler. Annesi bir gece vakti diyar değiştirdi. Babası, gece bekçisi olan babası, bir gece işten eve dönmedi. Aşk, kapıyı çarpıp çıktı gecenin bir yarısı. Kardeşi kaldı, Sulhi kaldı... Doğrusu Sulhi’de kalmadı. Tedavülden kalktı. Boşuna beklemeyin gelmez. İnsan bu kadar terk edilirse, parçasını bulamazsınız. Hayır, kalmadı Sulhi.
                Trajedi herkese bahşedilen yarım ısırıklı bir günahtır. Sulhi’nin trajedisi ise “yalnızlık” dürtüsüydü. Oysa yalnızlık, olsa olsa komedi olurdu. Bakınız Moliyer Sulhi hakkında ne demiş; “Yalnız kalmak ya da kalmamak işte bütün mesele bu...” (alıntı “Yalnızlık Budalası”) Ah Sulhi hata sende biraz da, insan her yalnız kaldığında edebi naralar atar mı? Tıpkı ayna karşısında söylediğin; “Apansız yalnız Sulhi.” naraları şeklinde.
                Neyse biz asıl anlatımıza dönelim. Tasvir bolluğundan, kelime israfından kaçınmak gerek. Kaçınalım... Edebiyattan uzaklaşalım, sanki yaklaşmışız gibi. Hadise, püf noktası, ana metin şu; ne kadar inanırsanız artık. Ben inandım, inandım ki yazıyorum. Siz de inanmaya hazırsınız ki okuyorsunuz.
                Sulhi bir akşam, şiirlerden dünyaya dönmek için otobüs durağında beklemektedir. Elbette şiirler ile dünya arasında da bir otobüs hattı mevcut.
                Sulhi dalmış beklerken, karanlıktan aydınlığa bir kadın vuku bulur. Kadın, Sulhi’nin okuduğu en iyi kitaptan bir alıntıdır sanki. Ellerinde çeşit çeşit düğmeler vardır kadının. Dünyanın düğüm, dünyanın düğme düzeni. Kader; (öhöm şöyle cakalı bir cümle) dünyadaki düğmelerin ilmiğindedir. Düğmelerle iki insan pekala iliklenip çözülebilir.
                Sulhi kadının farkına varınca, Sulhi düğmelerin farkına varınca, velhasıl Sulhi herhangi bir şeyin farkına varınca…
                Kadının ellerinden kayar düğmeler, asfaltla buluşurlar. Gecedir, Sulhi edebiyatı terk eder. Gecedir, Sulhi kendini terk eder, neden hep gecedir?
                Hali hazırda Sulhi kardeşiyle Istanbul’un meçhul sokaklarının birinde oturur. Kırklı yaşlarının ortalarında bir tuhafiyecide işe başlayıp, düğme eşeleyeli çok olmuştur.


Cemal Erdem





15 Ekim 2012 Pazartesi

Roth Öfkelenirse

"Philip Roth, büyük övgü toplayan romanı Öfke’de, 50’li yılların günümüze bile ulaşan adabımuaşeret kuralları arasında boğulan insan ruhunu, baskının ağırlığı altında ezilen arzuyu ve belleğin acımasızca tutsak edebilme gücünü anlatırken, düzenin genç insanları nasıl hoyratça ve hor kullandığını bir kez daha hatırlatıyor."


Okuduğum en nitelikli romanlardan birisi olmasının yanı sıra, metin dokundurduğu, eleştirdiği hemen her şeyi günümüzde de geçerliliğini koruyan bir boyutta aktarıyor. Bir diğer yandan kurgusuna bayıldığımı söyleyebilirim "Öfke" nin. Birkaç farklı okuma yapılabilir kitap üzerine. Hayattaki ufak seçimlerimizin büyük sonuçları, ailevi ilişkiler, başkaldırı, savaş ve askerlik vb...
Roth'un dili akıcı. Oysaki evvelden okumaya başladığım "Sokaktaki Adam" ı yarım bırakmıştım nedense. Fakat yine Roth okursam bu; "Nemesis"  adlı kitabı olacaktır... 


Rengarenk Siyah

evim hep
çelikten dökme bir ejderha üzerinde
babam ki ayakkabıları elinde
beni korur alevlerden

...

Şiir Zamanı...