23 Eylül 2013 Pazartesi

Soldier of Fortune


Üç Buçuğuncu Kattan Düşen Şairciğin Son Anları

korkuyorum
aradaki çürük merdivenlere denk geleceğim diye

Tanrım bu da oldu işte
yerçekimi kuvvetini tekrar tekrar denemek

epey lirik ve renklisin artık

saklambaç oynayan insanlar
omuzlarıma dokunan melekler
kaçışıyor gözlerinde

bak
aklıma neler gelmekte

üç kuruşluk
kir pası tutan
çalı süpürgesi yalnızlığım

upuzun masalar
domatesler
beyaz peynirler
kızarmış hamurlar

Ayla!!!
bakımsızlığından, sağanak almasından
kıyısında köşesinde
eciş bücüş otlarla
benim bittiğim Ayla

bir de

gür bıyıklı adamların
kentsel dönüşümün uğramadığı kadınları
meyhanelerde yad ederken
veya işportacıların
kendine uzun uzak gelen
tren yolculuğunda
aklından geçebilecek
biraz gayretle
hatırlanabilecek
şiirler yazamadığım

yani şair değilliğim

oysa yokuş yukarı yuvarlanmak
üç buçuğuncu kattan
asfalta çakılmak
şairlik gerektirirdi bir nebze

Sadece Lou'nun Köşedeki Yeri

Sadece Lou’nun köşedeki yeri sinek avlıyordu. Şu salı akşamları müdavimi olduğum, Kızıl Nehir Sokağı’nın (o puşt sokağın nehirle yakından uzaktan ilgisi yok, hatta oraya yağmur düştüğü bile nadirdir), Mavi Rüya Caddesi ile (rüyaların rengi hakkında uzun araştırmalar yapmama rağmen hâlâ konuyla alakalı atıp tutacak resim bilgisine sahip değilim, belki Gogh yapabilirdi, tam kulağını kestiği an) kesiştiği köşedeki virane mekandan bahsediyorum.

Aylak adamların, dudaklarına kent sürülmüş kadınların bile uğramaya tenezzül etmediği Siyam Balığı sözünü ettiğim. Hatırladınız mı? Bazılarınız hatırlamıştır. Az sonra anlatacaklarımı bilenleriniz. Diğerleri ise Siyam Balığı’nın (lanet balığın adı bir bara uygun değil, bir balığa da uygun değil. Çağrışım yapmıyor, siyah beyaz bir filmin birkaç sahnesi hariç) varlığından bile haberdar değilsiniz muhtemelen.

Sadece Lou’nun sağ yanağındaki çıban, sol omzundaki iri ben, bakışlarındaki bönlük, yürürken yaptığı sakarlıklar, ufak bir kalp kırığı, örümcek ağı örtülü bazı hatıralar, üç ayaklı taburesinin bir ayağının kırıldı kırılacak hali dışında sorunu Siyam Balığı’nın geleceğine dair vizyonsuzluğuydu. Sadece Lou’nun kafası daima şairlik veya öykücülükle meşguldü. Siyam Balığı geçici bir işti. Geçici işlere verilen ehemmiyet derecesinde ilgileniliyordu. Sadece Lou ise farkında değildi ama o sadece Sadece Lou idi. Yani, demek istediğim ne Hemingway’e benzer cesur bir isme sahipti, ne T.S Eliot misali cakalı bir kısaltmaya, ne de Sylvia Plath gibi bir intihar düşüncesine (Sadece Lou’nun aksine, ismini, cismini, göbek deliğinin yakınındaki doğum lekesinin şeklini saklı tutmam gereken bir hanım arkadaşım, otuz yaşına bastığı gün intihar edeceğini belirtmişti. Kendini metro raylarına bırakacaktı. Şimdilerde yirmi altı buçuğuncu yaşını sürdürüyor) sahipti. Sadece Lou’nun edebiyatçılığını ilerletme çabasındaki yegane dostu uzun, kahverengi, yedi cepli mevsimlik (Hangi mevsim umrumuzda mı?) pardösüsüydü bir zamanlar. Onu da ufak kalp kırığını onarırken harcamak üzere yine ufak bir ücret karşılığında rehin bırakmıştı.

O ruhsuz edebi manyak sorunlarıyla boğuşadursun, ben her salı akşamı içim acıyarak Siyam Balığı’na hayıflanıyordum. Beş masalı, arka kapısı cinnete açılan, dans pistinin parkeleri kırık dökük, iki ufak penceresi de olmasa penceresiz, havasız, loş, yorgun, küfürbaz, insana ciklet yapışkanlığında sarılabilecek bu harika mekan ölmek üzere bir yaşayan, yaşamaya çabalayan bir ölüydü. Neden kimse gelmiyordu, neden? (Tabii bendenizi, Sadece Lou’yu, Timothy’i, Mary’i, Brian King’i -yani çalışanları ben ve Siyam Balığı çalışanları- saymazsak) Aslında mekanın sorunlarını tespit etmiştim. (Yararlandığım kaynaklar: Bir Barın Kapanma Tehlikesine Karşın Güldürü Sanatı, Boris Vian’ın her eseri, Üniversite Kütüphanelerinden Kurtulup Gidilebilecek Mekanlar) Bir sigara verirseniz tespit ettiklerimi sizinle de paylaşabilirim.

Teşekkürler. Siyam Balığı üzerine konuşmak bir onurdur.

Öncelikle Siyam Balığı’nın yiyecek içecek menüsü (Menünün Yunanca kökenli olduğu üzerine teorim çürümekte) hayli zayıftı. İçecekler de tek marka bira, ucuzun ucuzu iki üç şarap çeşidi, sizi ya zombiye dönüştürecek ya da zombilerin önüne atacak bozuk votkalardan ibaretti. Yiyecekler ise soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye muhtaçtı. Kalan yiyecekler bir halta yaramazdı. Köftenin akıbeti de pek iç açıcı olmamıştı.

Soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye tarif kardeşi kör bir tesisatçı olan Dokuz Buçuk Timothy (Tim’in her gece dokuz buçukta tükettiği biralara boşaltım emrini vermesinden kalma lakabı) ile yaka kartında Mary yazan, üzerimizde bıraktığı uyuşturucu etkisiyle asıl ismini Maryuana sandığımız kıza aitti.

Mary Timothy ikilisi çilekli pastayla mutluluğu buldukları ateşli bir Cumartesi gecesinin sabahında sağlam bir kavgaya (Kavga Tim’in getirdiği çilekli pastanın saatler sonra, muzlu olduğunun anlaşılmasıyla gelişmişti) tutuşmuşlardı. Tutuştukları kavga, Maryuana’nın Tim’e kafa atmasıyla (Hakikaten asabi kadındı Mary, Sadece Lou’ya bile vurmuştu) son bulmuştu. İki tarafın da beyinlerinin, hafıza bölümlerinin, köfte kısımları etkilenmiş, ortak tarif ortaklarca unutulmuştu. Kriminal Izgaracılar Derneği vakayı sivillerin elinden almıştı. Tim’in de morali çökmüştü. (Timothy’nin çöküşünün diğer nedenleri: Tim’in kardeşinin durduramadığı musluk suyunda boğulma tehlikesi atlatması. Basketbol liginde yapılan şike soruşturmasıyla bahis oynamanın yasaklanması)

Bir de Siyam Balığı sıradan, standart bir barla dahi kıyaslanamayacak düzeyde kötü müzik çalıyordu. Kötü müzik, Pandora’nın kutusundan son çıkan felakettir. Tüm berbat gidişatların sorumlusudur. (Kentlerde durum değişir, onların asıl sorunu müziksizlik) On büyük günahın on birincisidir.

Oysa ki, Sadece Lou gayret etse Brian King’le (Sağlam dostum, vurmalı trompetin, üflemeli baterinin mucidi) çalışabilirdi. King ondan sadece işe başlarken yeni bir gitar almasını rica etmişti. Prensip meselesiydi King’in ricası, yoksa parasızlıktan değil. Kaldı ki, deli adam, kısa boylu tombul siyahi, kısık gözlü, dar nefesli, geniş perdeli, çok akorlu Brian King ruhunu müziğe satmıştı. Maddi kazanç aklının ucundan geçmiyordu.

Kötü müzik, kötü yemek, kötü içki... Siyam Balığı’nın yalnızlığı Sadece Lou bir yalan otomatını dans pistinin yakınına koyana dek sürecekti.

Sadece Lou yanında büyük, ağır yüküyle bir salı sabahı erkenden Siyam Balığı’na damladı. Adeti değildi, bir terslik olmalıydı. O saatlerde asla gelmezdi Sadece Lou (Siyam Balığı’nı salıları ben açardım). Yüzündeki şairane olmayan memnuniyet ifadesiyle sırdaşını bize tanıttı.

“Bu,” dedi. “Bu kurtuluşumuz. Siyam Balığı’nı balıkların kralı yapacak şey.” heyecanlıydı Sadece Lou.
Mary’den dört çeyreklik istedi. İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.

“Seni gördüğüme sevindim,” bir kadın sesiydi konuşan (Para atan kadınsa, yalanları bir erkek sesi sıralıyordu, öğrenecektik).

İkinci çeyreklik,

“Muhteşem görünüyorsun.”

Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.
           
Denedim.
           
“İyi ki yanımdasın”
           
Harika bir histi. Kimse asla bana, iyi ki yanımdasın dememişti. Üstelik bir kadındı bunu söyleyen (annem tersini söylerdi, iyi ki yanındayım, ben olmasaydım sen şimdi...) Düpedüz yalandı, yalandı yalan olmasına ama inanıyordum söylediklerine. Samimi geliyordu. Sesi titriyordu.
           
Son çeyrekliği de Tim kullandı.
           
“Senin için çok sevindim.”

Talih perisi (Peri Anatomisi isimli tıp kitabını siparişini verdim) yukarıda vurulup Siyam Balığı’na düşmüştü.
Sadece Lou gündelik dilden, günlük yaşamdan alıntı beş bin yalananın kayıtlı olduğu otomatı bit pazarından ucuza almıştı. Çalışabileceğinden emin değilmiş. Siyam Balığı’na getirmeden evvel denemiş. Bayılmış... Bit pazarından çıkarken kel bir çingene ona küfürler savurmuş.  Sadece Lou bana, çingenin otomatın peşinde olduğunu söylemişti.

Otomatı duyan insanlar, tek tük, grup grup, akın akın Siyam Balığı’nı dolduruyordu. Herkes yalanların hipnotik etkisi altındaydı. İnsanlar, otomattan bir şeyler duydukça kendilerini iyi hissediyordu. Üst üste iyi gelen cümleler söyleniyordu onlara. Normalde gün içerisinde eğer kaderiniz izin verirse üç beş tanesini işitebilirdiniz. Karşılığında bir çeyrekliğin (Bazıları otomatı fazladan meşgul ettiklerinden Sadece Lou, bir gün içinde bir kişiye on tane yalan kısıtlaması getirdi) lafı mı olurdu.

Siyam Balığı da kendine çekidüzen verdi. Menüler iyileştirildi. Brian King haftanın beş günü müzik yapmaya başladı. Sadece Lou edebiyatı bıraktı. Timothy, Maryuana ile evlenmek üzere. Ben cuma, cumartesi, pazar da mekanın müdavimi oldum. Hatta bir Siyam Balığı rozetim de var (Otomatla ilişkim, dört günde toplam on altık çeyrek şeklinde).

Herkes bizi konuşuyordu. Röportajlar, televizyon kanallarına canlı yayınlar.

Otomatı herkes kullanıyordu, herkes.

(Herkes yalanları içten içe hissediyor lakin doğruluklarını kabul ediyorlardı) Politikacılar, “Sana güveniyorum.”

Şarkıcılar, “Sen olmasan müzik asla yürümez”

Herkes, yalana ihtiyacı olan herkes, doğrudan uzaklaşma çabasındaki herkes otomata tapıyordu.

Talih perisi sağlığına kavuşup, göğe doğru uçtuktan sonra (Aldığım anatomi kitabına göre vurulan bir perinin eski haline dönme süresi dört aydı, otomatı dört ay önce Siyam Balığı’na getirmişti Sadece Lou.) aksilikler Siyam Balığı’nı sardı.

Otomat bozuldu, Sadece Lou onu bir tamirciye götürdü. Geri getirdiğinde onu denedik. Lou, Tim’den (Artık Maryuana’yla evli olduklarına göre mantıklı) dört çeyreklik istedi.

İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.

“Kabiliyetsiz edebiyatçının tekisin, defol buradan.”

Sadece Lou sakince ikinci çeyrekliği kullandı.

“Şu görüntüne bir bak, berbat haldesin. Burası senden iyisini hak ediyor.”

Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.

Denedim.

“İyi ki yanımdasın.”

Sadece Lou sevinmişti. Otomatı orada bıraktı. Tersliğin çözüldüğünü düşündü (Sadece Lou bana benzemezdi, tersliklerin çorap söküğü gibi geldiğini, genellikle düzelmediğini başka tersliklere boğulduğunu bilmiyordu.”

Otomat tamir edilememişti. Artık dilediğince, içinden geldiği gibi konuşuyordu.

“Aslında evliliğin boktan, onu parası için seviyorsun.”

“Yükselme hırsın seni bitirecek”

“Samimi değilsin.”

“Seninle konuşmaktan nefret ediyorum”

Otomat tuhaflaşmıştı, (En tuhafı da söylediklerinin gerçek olmasıydı, otomat gerçekleri nasıl biliyordu, insanların ruhana nasıl yaklaşabiliyordu) insanlar ondan tiksiniyordu. Onu tekmelediler, sopalarla paramparça ettiler, nihayetinde de Kızıl Nehir Sokağı’nda yaktılar.

Siyam Balığı da kendini salıverdi. Menüler berbatlaştı (Bozuk biradan bir politikacı zehirlendi), Brian King’in gitarı kırıldı, çalmayı bıraktı (Sadece Lou bir gitarın yettiğini düşünmüş olmalıydı), Tim Mary’den ayrıldı, Mary Tim’in burnunu kırdı, ben de salı müdavimliğine geriledim, rozetim alındı.

Bir anda parlayan Siyam Balığı bir anda söndü. Medya karalama kampanyaları hazırladı. Sadece Lou katlanamadı, benden borç isteyip pardösüsünü rehinciden aldı. Siyam Balığı’nı bana devretti. Yalansız bir sözcükle sonlanan bir şiir yazma isteğiyle gitti (Yalansız sözcüğü arayacağı uzun bir yolculuk planlıyordu)
Ben ve Mary kalmıştık. Yine de burayı, Siyam Balığı’nı adam etmeye karar verdik.

Bir sabah yolum bit pazarına düştü. Siyam Balığı’nı yeniden açmamıza iki ay kalmıştı. Ona rastladım. Yalan otomatına. Cebimdeki son çeyrekliğe başvurdum. Eve yürümek zorunda kalacaktım, birkaç kilometre kadar.
Çeyrekliği otomata attım.

“İyi ki yanımdasın.”

Siyam Balığı’nı açarken tam takım oradaydık. Tim’le Maryuana barışmıştı. Brian King’e zor da olsa bir gitar alabilmiştim. Sadece Lou’nun adımıza imzaladığı şiir kitapları da elimize ulaşmıştı.
Sekiz on kadar müşterimiz vardı. Bit pazarından aldığım harika şeyin büyüsü altındaydılar, büyükçe bir pinball makinesi.

Siyam Balığı çatısı altında huzurluyduk, sadece barın kuytu bir kısmında ara sıra kahkalara boğulan çingene bizi tedirgin ediyordu.

Uçurtmayı Vurmasınlar


İçimi çizip geçen filmler sıralamasında en üst sıraya yerleşiyor, uçurtmasıyla, tebeşiriyle, kadınlarıyla, simidiyle, avlusuyla, güverciniyle, sorularıyla, küçük özgür Barış'la, büyük mahkum İnci'yle. Fazla kelama gerek yok.



Cinema Paradiso


Toto, Alfredo ne yaptınız bana? Sinema nasıl böyle tesirli olabiliyor. İnsanın yaşama dürtüsünü, hayata tutunma, andan keyif alma içgüdüsünü güçlendirebiliyor. Onat Kutlar, Sinema Bir Şenliktir demiş. Cinema Paradiso bu şenliğin en güzel mucizelerinden. O sinema salonundaki doğal insan manzaralarının eşsizliği, Toto'nun projeksiyon cihazından, film şeritlerinden büyülenmesi. Filmin geçmişle kurduğu ilişki. Harika final sahnesi. Alfredo'nun yalnızlığını, Toto'nun sinemasal detaylarıyla aşması.

Bu filmin yüksek sinema sevgisiyle insanları sokaklara, mavi göklere fırlatıp, şimdi de geçmişi arama, sinema salonlarını doldurma ve gerçekliği kırma gibi yan etkileri mevcuttur. İzleyici film sonrası ağır histerik masallara maruz kalabilir. Yine de şiddetle, kan revanla, büyük bir tutkuyla tavsiyedir.

Gecede


  Gecede, Leyla Erbil'i ilk defa tanıdığım kitap. Bazı edebiyatçıları, sinemacıları ölümlerinden sonra tanımak dokunuyor insana. Bir de o tanıdığın insan, edebiyatın, sinemanın yetkin isimlerindense iyice hüzünleniyorsun. Zira yaşayanlarla karşılaşma ihtimalin, belki de sohbet etme ihtimalin hep aklının, kalbinin bir köşesinde durur. Bu dünyayı terk edenlerle ise, sadece kitapları, filmleri üzerinden konuşabiliyorsun. Evet, belki bu bile fazla lakin yine de yeterli gelmiyor.

   Gecede, özgün üslubuyla, diliyle, Erbil'in kendine has imlalarıyla zorlayıcı bir deneyim oldu kendi açımdan. Erbil'in kitaptaki tüm metinleri okuyucudan kalıplaşmış okumalarının, tecrübelerinin dışına çıkmasını bekliyor gibi. Üstelik yazdıkları da öyle kolay kolay uzlaşılacak, sindirilecek anlatılar değil. 

Kitabın bir başka noktası da kadın karakterlerin tek tip değil de epey zengin çizilmiş olması. Erbil'in güçlü, kaderini kendi tayin etmeye çabalayan kadın karakterleri çoğunlukta, yanlarında ise yardımcı karakterler olarak, daha beklentisiz, daha sınırlı kadın karakterler buluyoruz. Peki erkekler? Erkekler anlatıların zaman zaman işlevsiz gölgeleri olarak, zaman zamansa kadınların hayatında eksiltmeli rollerde çıkıyor.

Kitabın en sevdiğim öyküsü, Vapur oldu sanırım. Kaptansız, tayfasız, kendi kendine yol alan, kıyı insanlarını birleştiren, geçmişle süslenen, gerektiğinde sert tepkiler veren vapur.

Erbil, okunması gereken kalemlerden kesinlikle.


17 Eylül 2013 Salı

Gitar Günleri



David Gilmour - David Bowie - Comfortably Numb

Postmodern Kurtarıcılar


Veysel Atayman derlemesi Postmodern Kurtarıcılar Terminator, Batman ve geniş bir biçimde Matrix filmlerinin incelemelerine yer veriyor. Büyük ölçüde kitabın amacı filmler hakkında cevaplara ulaşmak değil, yeni sorularla bizi yeni düşüncelere ulaştırıp bir adım ileride okumalar yapabilmemizi sağlamak. Usul usul okunmalı...

Viridiana


"Rahibe okulunu bitirmek üzere olan Viridiana, teyzesinin kocasını ziyarete gider. Sıradan ziyaret adamın kadına aşık olmasıyla farklı bir hal almaya başlar. 

Adam genç kıza aşık olmuş ve onla yaşamak istediğini söylemiştir. Viridiana tam okula dönmeye hazırlanırken, adam kıza bir tuzak kurar ve kendisiyle yaşamaya zorlar."

Viridiana Bunuel'in o tuhaf, eleştirel mizahını, bakış açısını sonuna dek kullanan, kilise, aile, masumiyet, iyilik vb. kavramları silahın ucuna yerleştirdiği film. Bir noktadan sonra iyice zıvanadan çıkıyor. Tam Bunuel'in yapacağı türden. Özellikle, Son Akşam Yemeği sahnesi izlenmeli. Ah sürrealismo...

10 Eylül 2013 Salı

Rock'n Coke Notları


Festival bahane dostlarla olmak şahane mottosuyla hareket ettiğimiz bir rock'n coke geride kaldı. Bilet fiyatlarının genellikle parasızlık endeksli günlere denk gelmesinden vesaire tek gün de gidebildiğim güzel bir deneyim yaşadım. Çözülemeyen yol çilesi, temizlik, das kapital sorunlarını saymazsak iyi bir organizasyondu. Festival alanına gidişimizde yaşadığımız komik anlar harikaydı. Servis şoförü bir gece evvel aynı yere gitmesine rağmen Hezarfen'i bulamadı. Dönüp durduk. Gezdik, yanımıza kar kaldı. Festival alanına geldiğimizde giriş için tüm kapılardan eli boş döndük, adam sinirlendi. Nereye gitsek bir başka tarafa yolluyorlardı. Zar zor amacımıza ulaştık nihayet. İnatla Büyük Ev Ablukada'yı dinlemek istiyordum. Neticede Turgut Uyar'ın aynı isimli bir şiiri mevcuttu. Eğlenceli bir performans ortaya koydular. Lilililerle, Havadar, En Güzel Yerinde Evin özellikle keyifliydi lakin en şık hareket Ahmet Kaya'ya saygı duruşuyla Enver Gökçe'ye ve Turan Emeksiz'e selam çaktığı Katlime Ferman coverıydı.

Büyük Ev Abluka sonrası birkaç grubu es geçtik. Sıra Editors'e geldi. Müzisyen dostum Cem Delemen'in ve ekibinin de aramıza katılmasıyla tamam olduk. Festival renklendi, dostlar etrafımızda. Editors'un performansı çıtayı yükseltti. Yaklaşık on tane şarkı onu da harikaydı. Smokers outside the hospital doors ile Münich, Papilion ayrı yıldızlı. Bir sorun ise benim müzik anlayışımın yetmediği fakat Cem'in dikkatimi çektiği bateri sesinin özellikle kickin yüksekliğinden solistin geri planda kalmasıydı. Neticede Editors Istanbul'u memnun ederek festivalden ayrıldı.

Editors ardından sahneyi Duman aldı. Alışkın olduğumuz performanslarından birini sergilerken konseri Gezi Parkı olayları için besteledikleri Eyvallah ile açmaları kayda değerdi. Sanırım günün en politik konseri en fazla slogan atılan konseri de bu olmuştur. 

Duman sonrası Hurts'e ayırdım vaktimi. Tanımıyordum grubu. Bir arkadaş tavsiyesiyle izledim. O gün o ana dek seyrettiğim en iyi performanstı. Öncelikle solistin heyecanı her haline yansıyor samimi, güçlü bir performans ortaya koymasını sağlıyordu. Bir de piyano dahil birkaç farklı enstrümanın uyumlu müziği vardı. Dinlediğime, tanıdığıma değdi. Takibe aldım. Miracle, İlluminated, Wonderful Life, Sandman hepsi çok iyiydi.

Nihayet beklenen an gelmişti, arkadaş grubumun, festivale gittiğim güzel insanların en çok sevdiği grup, iple çektikleri an gelmişti. Arctic Monkeys sahnedeydi. Bu grubu da tanımıyordum. Sadece solist Alex Turner'ın Submarine filminin müziklerini yaptığını (ki çok severim müziklerini) biliyordum. Yine de o akşam tekrar teyit ettim. Grup yanılmıyorsam yeni çıkacak albümlerinden Do I Wanna Know şarkısıyla açılışı yaptı. Nadir bildiğim Arctic şarkılarındandı. Turner'ın cool tavırları sanırım konsere damgasını vurdu. Hurts'ün de önüne geçerek zirve yaptılar. Ayılan bayılan kızlar olduğuna kefilim, adamın aksanı yeter şeklinde cümleler de duymadım değil. (Bu yönde çalışmalarımı hızlandırım İngiliz filmlerine ağırlık tanıdım) Grup kapanışı ise ilk defa duyup pek sevdiğim, kiminin ağladığı, kiminin eskileri yad ettiği 505 şarkısıyla yaptı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde festivali yine bilmediğim bir grupla, kadın solistinin sahne hakimiyetinin yüksekliği, yaptıkları iyi dans müzikleriyle tanınan La Roux ile kapattık. Zıpla dur. Hopla dur. In for the Kill, I'm not your Toy görülmeye değerdi.

Sonra dönüş çilesi başladı. Üzerine acayip hasta oldum fakat olsun süper bir geceydi. İkinci gün için Cem Delemen'in kısa mailinden faydalanıyorum." Pazar iyiydi shantel prodigy dans dans, Teoman'da adama söyletmedi zaten seyirci bağırmaktan, güzeldi..."

Kapanışı ama hiçbiri bir Tarık Mengüç değildi diyerek yapalım.



1 Eylül 2013 Pazar

Vivre Sa Vie


"Vivre sa Vie, varoluşsal sorunları olan bir kadının (Anna Karina'nın canlandırdığı Nana'nın) "hayatını yaşamak" için verdiği çabayı konu ediyor. Godard bu dramatik hikayeyi, o zamana kadar yaratılan bütün estetik kalıplarıyla inatlaşırcasına anlatıyor. Sonuç ise kamera hareketleri, kurgusu, ses ve müzik kullanımı, diyalogları ile Godard'ın eteğinde ne varsa döktüğü şiirsel bir başyapıt. Bir düş(üş)ün hikayesi..."

Godard'ın tüm Godarlıklarını kullandığı incelikli film. Anlattıklarıyla, duruşuyla deneysel tavrıyla (özellikle ses bandı ve çekimler açısından) izlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir yapım Vivre Sa Vie... Godard'ın kendi ülkesine iğne çuvaldız ikilisiyle dokunduğu anlarda, Nana üzerinden önemli eleştiriler getiriyor. Anna Karina'da ne var bilmiyorum lakin yüzüyle tüm bir öyküyü izleyiciye aktarabiliyor. Vivre Sa Vie izledikten sonra çoğu yeni dalga filminin ardında bıraktığı etkiyi yarattı yine ben de. Bölük pörçük sahneler, hisler hafızada...



The Third Man


"Amerikalı ucuz roman yazarı Holly Martins, eski dostu Harry Lime'in çağrısı üzerine savaş sonrası Viyana'sına gelir. Gelir gelmez de arkadaşının bir trafik kazasında öldüğünü öğrenir. Fakat göremediği arkadaşının sevgilisiyle tanıştıktan sonra, Lime'in kayboluş öyküsünü araştırmaya karar verir.

Graham Greene'in kısa öyküsünün etkileyici ve unutulmaz bir uyarlaması. Tüm oyuncu performanslarının birbirinden etkileyici olduğu filmde, özellikle Orson Welles'in oyunu sinema tarihindeki yerini almıştır. Pek çok kaynağa göre İngiliz Sineması'nın en iyi filmi olarak kabul edilir. Atmosferi ile de kara film türünün doruk noktalarından birini sunar."

Üçüncü Adam, Bu Silah Kiralıktır filminin ardından ilaç gibi geldi kesinlikle. Kurgusu, savaş dönemi vurguncularını anlattığı gizemli öyküsü, diyalogları, kadrajları, müziği bir harika. Orson Welles'in oyun gücünden etkilenmemek mümkün değil. Filmin sonlarındaki sahneler, kanallardaki kalabalık sekanslar çok iyi kotarılmış. İzlerken büyük keyif aldım.

Kerkenez - Kes



"İngiliz sinemasının en büyük isimlerinden Ken Loach'ın en önemli filmlerinden birisi...

Billy Casper (David Bradley) İngiltere'nin en fakir semtlerinden birisinde yaşar. Okula konsantre olamayan ve kötü notlar alan Casper, büyük ağabeyi tarafından sürekli dövülür ve diğer insanlar tarafından gözardı edilir. Birgün, Kestrel adında biriyle tanışır ve karakterinin o ana değin hiç farkında olmadığı bir tarafını keşfeder"

Ken Loach filmlerinin bir veya birkaçı kesinlikle izlenmeli. Tıpkı otoriteyi, faşizmi, totaliterliği aile kavramı ve eğitim kurumları üzerinden sorgulayan Kes filmi gibi. Kes, birbirlerinin pek umrunda olmadığı, parçalanmış bir ailenin ortasında öncelikle (baba olmadığından) ilk totaliter figür abisiyle çatışan genç Billy'i odağa alıyor. Billy aynı zamanda okulda da bu totaliterliğin fazlasıyla uğraşmak durumunda kalıyor. Öğretmenleriyle, sistemle... Yalnızlığı seçiyor dolayısıyla, yalnızlığının en katlanılabilir yanı ise eğitmeye çalıştığı bir doğan.

Loach doğan ve çocuğun ilişkisi haricinde kamerasını olan bitene mesafeli yaklaştırsa da, senaryo Billy'nin tarafında olmamızı sağlıyor. Billy asi nitelemesine uygun mudur? Asi totaliter kurumlarca hakeretamiz bir biçimde kullanılır. Ailede, okulda vesaire... Aslında güce boyun eğmeyen, başkaldıran, sorgulayan demektir... Çoğumuz için ya ürkütücü bir model ya da kötülenmesi gereken kavram aslında hayatı ayakta tutar. Tamamen kalıba girmeyi engeller.

İyi bir Loach filmi daha...