29 Kasım 2012 Perşembe

Kapı Birden Vuruldu: "Kim O?"


Etgar Keret ile neden böyle geç tanıştım bilmiyorum? Nasıl tesadüf etmemişiz uzun zamandır? Oysa ki "Kapı Birden Vuruldu" kitabından okuduğum kadarıyla pek çok ortak yönümüz olabilir. Üstüne üstlük Keret ile alakalı yaptığım ufak bir araştırmada edindiğim bilgiler de bu yolda. Kısa filmciliğinden tutun da, kara mizahla yoğrulan metinlerine değin... Bir de süpriz; "Bilek Kesenler: Bir Aşk Hikayesi" meğer Keret'in bir öyküsünden uyarlamaymış.

"Kapı Birden Vuruldu" uzun zamandır okuduğum en keyifli kitaptı. Hemen hemen tüm öykülerde beni inceden gülümsetmeyi başardı. 

Kara mizah, sinemada da, edebiyatta da tehlikelidir. Öncelikle, hitap ettiği kitle gayet kısıtlı görülebilir. Çünkü güldürü, mizah, aslında normal hayatta karşılaşsak komikten çok dramatik hatta trajik bir yapı gösterebilecek olaylardan çıkar. Buna rağmen, karakterler çoğunlukla özgün çizilir. Ya da karakter yerine sıradan, her an görebileceğimiz tipler kullanılır. 

Kitaptaki öykülerin neredeyse tümünü çok sevdim. Metinlerin diğer bir güçlü yapısı da, iyi sinematografik anlatılar olması. Tüm öyküler ince ince kurulan sahnelere sahip. Hepsini zihinde canlandırmak gerçekten rahat bir süreç.

Buradan yatay bir geçişle; "Bilek Kesenler. Bir Aşk Hikayesi" ne ulaşalım.



Bağımsız ruhlar...
Bağımsız sinemanın ortalama bir filmi bile kendisini izlettirmeyi başarıyor çoğunlukla. "Bilek Kesenler Bir Aşk Hikayesi"; filmin şiirsel ismi bir yana, iyi bir çıkış fikri ile yola çıkıyor yapım. İntihar edenlerin, ölüm sonrasında bir yerde toplanması ve oradaki hayatın buraya benzer olması cin bir fikir tabii. Ancak, artıları sonradan handikapa dönüşüyor. Bu tarz güzel, yaratıcı fikirleri çıkış noktası yapan filmlerin fikrimce temel sorunu; kendilerini ve izleyiciyi hafife almaları. Evet; bizim iyi bir fikrimiz var, her nasılsa kendisini izlettirecektir. Bu yüzden temel motiflerin yanını o derece doldurmaya da gerek yok. Senaryoda boşluklar da olabilir, havada asılı karakterler de. İşte böyle bir düşünce neticesinde "Bilek Kesenler Bir Aşk Hikayesi" çok iyi bir film olma şansını ıska geçiyor. Her şeye rağmen izlenebilir, hatta izlenmeli. Örneğin, intihar edenlerin bulunduğu yerde, intihar eden müzisyenlerin şarkılarının çalması ve kara delik nüansları güzeldi. Fazla bir beklentiye girmezseniz ortalama, büyük beklentiyle izlerseniz kötü bir film. Aslında şöyle demek gerek; boş yere intihar eden bir film, anlattığı öykü gibi...


Keret öyküsünden yola çıkıldığını öğrenmemin ardından filmde taşlar iyice yerine oturdu. Çünkü film tuhaftı, Keret öyküleri de... Lakin tuhaflık normalleşiyordu, gerçek dünya bu yüzden oldukça yavan geliyor artık bana. Çünkü realitedeki normal kavramından nefret ederim. Çoğu sisteme entegre olmanın işaretidir. Şimdi kelalaka tabii ancak bir "Fight Club" repliğiyle yazımı sonlandırayım. 

"Dinleyin Sürüngenler! Sizler özel değilsiniz, sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz! Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz! Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz!" (ben dahil, çember içi)

mtnlkn

25 Kasım 2012 Pazar

La Müzika

"Başkasından Masallar"... Güzel albüm ismi. Yaklaşık altı şarkı var elimizde şu an. Bir ay içerisinde ilk kaydımızı yaparız. Tabii ben ne enstrüman çalıyorum, ne şarkı söylüyorum :) yaz Cemal yaz minvalinde yine müzik kariyerim. Ki memnunum... Güzel olacak, güzel...

Açlış Sahnesi


eğer ki biçimli, tutarlı, normal olsaydı dudakların
şiir yazacak gücü kendimde bulamazdım... 

henüz intiharın başı 
katedecek çok günah var
dudakların yasemin vurgusu 
büyüdükçe açar
tırnak aralarımda, yoğun gece korkusu

aynalar parçalandıkça sana çıkar
ayrılık meyhanesinde demlenir şiir
-
sokak kedisi sokağını değişebilir mi
tren, ait olduğu istasyonu
çocuk çocukluğunu terk edebilir mi

anne hangi kar kesiği sol yanımdaki

hangi sır
ağaç kovuğuna fısıldadığın

ben bir ara istasyonda
yitirdim kendimi
bir kadın tanıdım
gözlerimde bakışlarını bırakan

ellerimde yanar film şeridi

sunu;
ilk sahne
ana karakterin ölümü
bu film bir tuhaf
devamı gelmese de olur

aşk 35 mm 

cmlerdem

SİMULAKRA

"Deliliğe Övgü" 

Erasmus'un aynı adlı eserinin birazdan girişip kafayı yiyeceğim evrenle alakası yok. Salt ismen gerçekleşen bir çağrışım. Yahut hayatıma paralel uçan bir slogan olması...

Philip K. Dick, bilimkurgu yazını içerisinde önemli bir yerdedir. Gerek yaşam öyküsündeki ilginçlikle, gerek yapıtlarıyla, gerekse sinemanın benimsediği bir yazar olup, yapılan sinema adaptasyonlarıyla... Fakat Dick okumak zordur. Kitapların karmaşıklığından, anlatının güç algılanışından değildir bu zorluk. Sadece 21. yüzyıl insanının, okuyucusunun tedirginliğindendir. Dick romanlarının okuyucudan belki de tek bir isteği vardır. Tamamen kendisini metne teslim etmesi. Çıldırmanın eşiğine gelse de... Uyarı: Sakın bir Pink Floyd şarkısının kısık melodisi eşliğinde bir Dick kitabı okumayın, sorumlusu ben olmam :)



"Ölümünden önce fazla tanınmayan bir yazar olan Dick'in roman ve kısa hikâyelerini bir kısmı ölümünden sonra senaryolaştırılıp film olarak büyük beğeni kazanmıştır. Bunların arasında en ünlüleri, yönetmen Ridley Scott tarafından "Blade Runner" adıyla 1982 yılında çekilen "Do Androids Dream of Electric Sheep?" (kitap olarak Türkiye'de basımı: 1996Bıçak Sırtı, Kavram Yayınları; 2006Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?, Altıkırkbeş Yayın) ve 1965 yılında yazdığı "We Can Remember It For You Wholesale" öyküsünden yola çıkılarak yönetmen Paul Verhoeven tarafından çekilen1990 yapımı "Total Recall" filmleridir. Her iki film yapılmış en iyi bilim-kurgu filmleri arasında yer almaktadır. PKD'nin 1956 yılında yazdığı "The Minority Report" adlı öyküsü yönetmen Steven Spielberg tarafından 2002'de filme alınmıştır." (Alıntı - Vikipedi)

Bugün değineceğim Philip K. Dick kitabı ise "SİMULAKRA"... Kitabı seçme nedenim tabii hemen her Dick metninde olduğu üzere karakterlerin gerçeklik algısının kırılması bir yana, kurtuluş reçetesinin bir yetenek yarışmasından geçmesi, televizyonun insan zihni üzerindeki önlenemez etkisi, en önemlisi ise; dünyanın değişmiş politik konumu, sınırları üzerine titiz bir bilimkurgu örneği sunması.

Evet, delirme zamanı... Dünya AABD ve Almanya şeklinde konumlanmış. AABD (ki Avrupa'nın bir kısmı belki de önemli kısmı da onlarda) ise toplumsal olarak iki sınıfa ayrılmış. "Be" ler ile "G" ler... G sınıfı üst sınıfı oluşturuyor. Önemli devlet bilgilerine sahipler. "B" ler ise daha alt sınıf. Hemen beraber yaşıyorlar genellikle. Onların sıkıcı, tekdüze yaşamlarından kurtulma yolları ise Beyaz Saray'da belirli periyodlarla yapılan yetenek yarışmasında kendilerini pazarlamak veya tasvip edilmeyen Mars yolculuğu. Kolonileşme gibi... Ekonominin önemli kısmı ise kartelleşme üzerinden gidiyor. Bir de hıyar AABD Der Alte denilen kişi tarafından yönetiliyor. Bir nevi ABD Başkan'ı... Burada çok önemli bir ayrımı belirtmekte fayda var. Her ne denli Der Alte erkek olsa da onun eşi, Nicole bacı daha mühim bir noktada duruyor. Yani, ataerkilden, anaerkile evrilen bir yapı söz konusu. Gidişatı düşününce, metne hareket katmak, umut vermek için kaçınılmaz olan isyancı bir grup ve onların lideri Beltrot Goltz devreye giriyor.

Işınlanmalar, zamanda sıçramalar, Hitler ile alakalı planlar havada uçuşuyor. Bir diğer kilit isim ise, piyanist, psişik Richard Kongrosian... Anlatının önemli kısmı onun üzerinden gidiyor.

Başka hangi unsura değinirsem, kitabın büyüsünü kaçıracak ipuçları vermiş olacağım. Burada kesmekte yarar var  bu nedenle. Lakin, kitabın finaline doğru metnin bir seviye yükseldiğini belirteyim. Philip K. Dick evrenine dahil oldukça, evrenimiz insana yetmiyor.

22 Kasım 2012 Perşembe

Ev-vel Zaman Yolcuları


(midye kabuğu dışında sevdim seni)

bir varmış bir yokmuş

güneş, ellerim üzerinde siyah noktalı mülteci
kayıp yerim yurdum
toprağım yitik, gözlerin erozyonunda
artık sürçü lisanım
artık dilim, jilet keskini şiirler yerleştirir
yazının rahmine 

evvel zaman içinde

su, imgemin damarlarında zehir
ben doğmadan ölmüş derler annem için
denize kıyı etmişler, melekler demir atar
babam, iskambil kağıdından evinde
çatısı sinek yedili
duvarları maça sekizli
zemin karo ası

rüzgar vuran kağıt kesiği

kalbur saman içinde

omuzların boyunca gece trenleri
kargalar;
tarihi bir sorunsala kanat açan
"aşk ilk ne vakit katledildi"
bir reklam panosunda
veya ölmez otunda

pireler berber, develer tellâl iken

göğsümden fışkırır
kerberos şiirleri

ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..

beşik
düşük yaptı

gökten üç elma düştü
kanıyor şehir

They Live


Seyyare bir işçi olan John Nada, bir inşaatta çalışmak için Los Angeles’tadır. Şans eseri uzaylıların dünyayı ele geçirme planına şahit olur. TV, gazete ve basın yayın yoluyla halkı hipnotize eden ve gerçek görüntülerini gizleyen iğrenç istilacılar, özellikle para ve güç sahibi kimseleri kendilerine hedef seçmektedir.
Gizlice örgütlenmiş direniş hareketine katılan Nada, direnişçilerin özel yapım güneş gözlükleri sayesinde kerkenkelemsi uzaylıların gerçek yüzünü görebilmektedir.
Dönemin sevimli pankreas güreşçisi Roddy Piper’ın, Nada karakterini inandırıcı bir şekilde canlandırdığı film, John Carpenter’ın toplumsal taşlama için eline geçen temanın izin verdiği her esnekliği sonuna kadar kullandığı bir yapım. Carpenter’dan bekleyebileceğinizin kesinlikle daha altında değil!
“Carpenter candır!!!” sözünü sinema felsefelerimden biri haline getirmem üzerinden birkaç yıl geçti sanırım. VHS döneminin baş tacı, seksenler sinemasını ince ince ören korku ve gerilim ustası… 13. Bölgeye Saldırı (1976) (Assault on Precinct 13) – Sis (The Fog) – Şey (The Thing) – New York’tan Kaçış (Escape from New York), Yaşıyorlar (They Live) Carpenter’dan izlediğim bazı filmler… Evet halen ustanın en önemli projesi Halloween’i izlemedim, yakındır onun da sırası.
Ucubeler sirkinin mimarı Carpenter bu filmlerde hayaletlerden, uzaylılara perspektifini geniş tuttu. Yine de “Yaşıyorlar (They Live)” daha ayrıksı bir noktada durur. Düşünün ki o dönemde, Amerikalısınız, kapitalizm hortumları damarlarınızda; siz elit sınıfı, reklamları bombalayacak onu geçtim, devrimi yapmak için Markx’a selam çakarak bir işçi figürü yaratıp “Yaşıyorlar (They Live)” i çekeceksiniz. Kazın ayağı hakikaten de öyle mi? Abarttın Carpenter…
Birkaç unsuruyla filme paralel dünyamıza bir bakış atalım…
Öncelikle işi uzaylıların üzerine yıkmak, sistemi uzaylı mimarisi saymak biraz kaçak güreşmek sanki. Ancak gayet normal. Üstelik, elit kesime, üst sınıfa da fena giydirmiştir film. Tüm sistemin çıkarcı ortakları halinde gözükerek. Sermaye sahipleri genellikle böyledir işte. Su nereye akarsa oraya giderler. Bu yüzden filmde, uzaylıların karargahında bir resepsiyona katılmaları garipsenmez.
Televizyon kültürüne de bir halka takar film. Zihin kontrolü, kitle tetikleyicisi, sürü psikolojisi televizyon sinyalleriyle belirir. Tüketim toplumu, kumanda elinde; sonra markete gidip köpek maması alır. Eve geldiğinde bakar ki köpeği yok. Hiç köpeği olmamış. Eh mama boşa gitmesin, bir de köpek alır. Gelir, iki saat sonra köpekten sıkılır, onu sokağa bırakır. Acımasız mıyım, hayır, sadece param yok. O yüzden sallamam kolay değil mi? Para kazanmak için olursa bunları yazmam. Herkesin bir fiyatı var. Benim de beş cent. Müthiş futbol endüstrisinden hiçbir oyuncuyu bu fiyata alamazsınız.
Gelelim güneş gözlüğü ve reklamlara… Birincisi gözlük Ray-Ban değil… İkincisi, filmin en beğendiğim noktası. Ana karakterimiz, güneş gözlüğü ile baktığı reklamlarda tuhaf yazılar görür. “Tüket, Satın Al…” minvalindeki etkili söylemlerdir bunlar. Ardından bir kağıt paraya baktığında ise, “İşte sizin Tanrınız.” yazısını görür. Carpenter abartmış diye düşünenler olabilir. Abarttı da evet, yani az bile söyleyerek abarttı.
Kurtarıcı motifinde ise bir işçinin yer alması gayet manidar. Bilinçli bir seçim yapıldığını düşünmekteyim. Kendini feda etmesi de, kurtarıcı mitleriyle ilintilendirilebilir. Ufaktan kolluk kuvvetlerin, polis devletine de temas ettiğini belirtelim filmin. Büyük azar ise, medya-üst sınıf parametrelerine gidiyor. And the eleştiri goes to :) )
Orta sınıf da iğne ve çuvaldıza maruz kalıyor. Ne de olsa arada kalmış, ne yana çeksen oraya gidecekmiş görüntüsü veren bir sınıf bu. İyi bir de replik vardı, aklımda kalmamış.
Şimdi; Carpenter, be adam ne uğraşıyorsun bunlarla? Dvd’nin ekstralarında sözünü ettiğin, havuz ve araba alarak mutluluk böyle bir yoldan mı geçiyor… O zaman hepimiz fu.k diyelim, “Şey”in dünyaya gelmesini bekleyelim. Birbirimizi katledeceğimize biri bu işi bizim için yapsın…

mtnlkn

21 Kasım 2012 Çarşamba

Ruby Sparks - Çalışma: Ece Dereli



Ece Dereli: Reklamcılığımı ilk kez kullanıyorum :) Önce, ben nasıl oluyor da böyle nitelikli insanların arkadaşı olabiliyorum onu araştırmam gerek. Ece de üniversite tanıdığım çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri. Çalışmaları da gayet iyidir. Tabii "Ruby Sparks" işi, beni benden alarak bir tık üste geçmiştir. Kendisine buradan teşekkür ediyorum. İyi ki varsın Ece, tam hızla devam...

20 Kasım 2012 Salı

Erken Kaybedenler - Onlu Yaşlarımda Başladım Kaybetmeye; Sürdü Gitti



"Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?"
"Hangisini?"
"Otomatik yanan, sensörlü lamba."
"Hayır."
"Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece."
Önüme baktım.
"Neden kırdın?"
Cevap yok.
"Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle..."
"Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?"
"Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için."
"Beni görünce yanmıyordu baba."
"Nasıl ya?"
"Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni."
...

Onlu yaşlarında takılıp kalmayı bir halt zanneden benim gibi insanlar için gizli bir define haritasıydı "Erken Kaybedenler". Emrah Serbes'in harika anlatımlarının yanı sıra, hemen tüm metinlerin toplamı, erkek çocukluğunun çeşitli evrelerine işaret ediyordu. Üstelik bunu yaparken, alacalı söz oyunlarına değil, çocuk öfkesine, çocuk kırılganlığına, çocuk cesaretine başvurarak. Yukarıdaki alıntıyla yazıma başlama sebebim ise, okurken hafif bir çığlık atmama neden olmasıydı. O sensörlü lambalar kahrolsun, kaç defa kırmaya yeltendim.

Anneannemin Son Ölümü

"... Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum. Tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim."

Kuşak farkının bir hiç olduğu, aşıldığı, temelinde yalnızlık ve sevginin oturduğu güçlü bir öykü ile açılış yapar "Erken Kaybedenler". Anne babası ölmüş, anneannesi tarafından büyütülen ana karakterimizin yaşını vermeye gerek yok. Lakin eylemleriyle, hayata bakışıyla gayet olgun tavırlar sergilediğini söylemem mümkün. Öyleki ilk evlilik teklifini çoktan yapmış. Yasemin'i koca bir şehirde aramak, cevabını almak için yola bile çıkmış. Birincisi; biz çocuklar öyle küçük görülmekten hoşlanmayız. Sizin o; "çocuk işte" , "çocuk ne de olsa" nidalarınızla bize bulaştırdığınız pastel küçümseme aslında bizim olgunluğumuzu kıskanmanızdandır. Tabii kıskanacaksınız, zira siz çoktan sisteme adapte olmuş, gık çıkarmadan döngüye kapılmışsınız. Biz ise on yaşında, altı yaşında, konuşmayı söktüğümüzde sevdiğimiz kadına evlenme teklif edebiliriz. İşte netice şu, büyüyünce insan korkuyor sevgisini belli etmeye. Kadınlardan çekiniyor, neden; kadınların beklentileri (çoğu kadının) borsaya endeksleniyor, rahat yaşam standartlarına vesaire. Bizim de isyanımız tükeniyor, o futbol sahasında köşeye golü takan adam değiliz artık.

Öykünün bir diğer nüansı, ki hepimizde olduğunu tahmin ettiğim kavgacı akrabalar. Sessizce yapılan kavgalar, harika uçan tekmeler, duvarda duvak patlatmalar. Hey, biz kuralına göre oynuyoruz çocukken, kuralları da biz koyuyoruz.

"Pazarcının yüzüne koca bir domates fırlatmıştı bir keresinde. Bugün eli bıçaklı psikopat pazarcının yüzüne domates fırlatan insan, Roma devrinde yaşasa Spartaküs'ün ordusuna katılmaz mıydı?"
Anneannenin de, hastalığının depreştiği vakitlerde torununu, öykünün ana karakterini, ölen eşi Rüstem Bey'e benzetmesi gayet manidar...

Zannettiğin Gibi Değil

"...  Çünkü hafiften titreyen ince uzun parmaklarıyla, ince uzun bir sigara yakmıştı. Elmacık kemiklerine içtiği kırmızı şarabın rengi sızmıştı, gözleri buğuluydu, kirpikleri uzundu."

"Zannettiğin Gibi Değil" aslen bir abi, kardeş ilişkisi. Abi kardeş ilişkisi yüzyılımızın en büyük psikolojik, sosyolojik, nörolojik, binbir ...jik sorunsalıdır. Öncelikle belli döneme kadar abi, kardeş sorumluluğu altında ezilir. Ardından, kardeş, abir örnekleminde istemeyerek katılımlı bir deneye maruz kaldığından isyan bayrağını açar. Ebeveyn beklentisi; bari abine benze, abinde hiç böyle şeyler görmedik; şeklindeki söylemlerle, kardeşi oyun dışına iter. "Game Over".

Öykü Serhat - Nilüfer ilişkisinin ön planda olduğu bir anlatı şeklinde ilerlerken, Serhat'ın kardeşi (hakikaten ismi ne onun?) zihninde kurduğu evrende, kendi gerçekleriyle anlatının ana karakteri şeklinde karşımıza çıkar. Ona göre, Serhat dallamanın tekidir, Nilüfer ise Serhat'a değil, kendisine layıktır. Üstelik birazdan arzularına yenik düşecektir Nilüfer. Babaları da, bir mafya hesaplaşmasına kurban gitmiştir. 

Hafiften, masum erotik bir izlek tutturan öykü, karakterleri farklı anlarda biraraya getirerek, her karşılaşmada bize çeşitli bilgiler vererek önemli kozlarını oynar.

Can alıcı kısım ise;

"Adım ne benim?" diye bağırdım. Bardaki uğultu bir anda kesildi, herkes bize döndü. "Neden susuyorsun Serhat?" diye sordum bize bakanlara dönerek. "Çünkü benim adım yok, adımı çaldın benim! Serhat'ın kardeşiyim ben. Benim adım Serhat'ın kardeşi. Ne bok yersem yiyeyim Serhat'ın kardeşiyim..."
Varoluşçuluk kırpması. Eğer birilerinin kardeşi, eşi, oğlu, babası, annesi, ablası, abisi, bilmem nesi, neyin bilmemi olursak biz nasıl kendimiz olacağız be!!!

Korhan Ağbi'nin Kardeşi

"Kooperatifin bahçesinde maç yaparken hep yanımıza gelir, kale direği niyetine koyduğumuz taşların yakınında durur, bizi öylece seyrederdi. Çok güzel bir kızdı. İsmi Aycan. Kafasına top gelecek diye korkardım."

Öhöm, futbol var ya futbol, o sonradan küçümsenen oyun, onlu yaşlarda hatta ömrümüzce bizi biz eden yegane olgudur. Savaştır... Kimlik mücadelesidir. İlk aşkı bulmanın tesadüfi oyunudur. Ben de baya sıkı topçuyumdur ya, hiçbir röveşata golüm sonrası bir kız boynuma sarılmadı. Lakin sarılanları gördüm. Öyledir yani, salt topa vurmak değildir. Yukarı mahalleyi alaşağı etmektir. Beleşe kola içmektir. Mahalle abilerinin yanında takılabilmektir. Hepsini geçtim, sükut bir insanın, normal yaşamında Freud Amca şiddetini kenara iten insanın, o şiddeti özgür kıldığı alandır.

"Korhan Ağbi'nin Kardeşi" sanırım kitap içerisinde, karakterleri en tanıdık öykü. Çok iyi oynamayan, sosyal yaşantısı neredeyse bir arkadaştan ibaret merkezi karakter, pek sevmediği ancak dışarıyla yegane bağlantısı, maçlara alınma nedeni olan arkadaşı Erhan, can sıkan, oyun bozan, lakin onları koruyan mahalle ağbisi Korhan, kız kardeşi, güzel Aycan ve bir gölge gibi beliren Esra...
Eğer istemediğin bir şey yaptıysan hemen tüymek gerekir. Bizim yaşlarda maça girmek önemlidir. Göz ucuyla gelen kavisli ortayı süzmek. Sevmediğin adamın kaval kemiğine tekmeyi yedirmek....

Erhan'a yardım ettikten sonra öykü bir seviye yukarı çıkar. Artık, korku, vicdan öyküsüdür. Finalde ise hayal kırıklığı, yoksunluğa dönüşür. 

"Erhan takımı kurdu. Ben kaledeydim yine, maçtan ziyade yeni eldivenlerimle ilgileniyordum. Aycan geldi, tam taşın yanında durdu. Saçlarını iki yana örmüştü, üstünde beyaz bir palto vardı. "Ne haber?" dedi.

Ayrıca, grevle alakalı iyi bir arka plan metninin bulunduğunu ve ailedeki her karakterin böyle bir süreçten nasıl etkilendiğini incelikle anlattığını da ekleyelim.

Denizin Çağrısı

"Çok kötü bir başlangıç. Daha ilk cümlende, hiç tanımadığın bir insana bir yoksunluğunu hatırlatmak. Ancak kötü niyetli biri böyle yapar kızım. Cevap vermedim, ilgilenmez göründüm. Çünkü ben ilk bakışta aşka inanırım. İlk bakışta aşk şöyle bir şeydir, insanlar birbirine kovan yok mu diye sormazlar bir kere."

Kitabın en beğendiğim öykülerinden olduğunu söylemem gerek. Bir kere, dünyanın en büyük arada kalmışlığını, ikilemini odağa oturtuyor önce. Plaja giderken, "kova mı, kamyon mu?" almalı. Evet kova daha iş görür, lakin kamyon yeni, hem bizim gibi önemli insanların kamyonu olur. Kova küçük kardeşlere göredir. Tatile de gittiğimize göre, çapkınlığın da tadını çıkarmalıyız değil mi. Hiçbir kız kovayı cazip bulmaz...
Yaz aşkı, hayatımızdaki en önemli mevzudur. Biz çoğunlukla hiçbir kadını unutmayız. Genellikle unutulan tarafın salkım saçaklarıyızdır. 

Kumdan Kale etrafında örülen sahneler de hayli samimi ve güzeldi. 

Yine ikilem;
"Kova mı alayım deniz yatağı mı?" neden her şeye sahip olamaz bir erkek çocuğu ve neden genellikle hiçbir şeye sahip olur...

"Durup dururken, "En mutsuz olduğun gün hangisiydi?" diye sordu. Bu kız içimden geçenleri mi okuyordu? Dikkatle baktım yüzüne. Kahverengiyle yeşil arasında gidip gelen, bal rengine yakın gözleri vardı. Pansiyon sahanlığına vuran sokak lambasının ölgün ışığında, lazer gibi parlıyordu."

Ah Ege
Ah Akdeniz...

MeTiN ÇaLıŞkAn

8 Kasım 2012 Perşembe

Filler ve Çimen

tepişirken üzerinde filler
ezilir çimenler...


tarçın mı kokar
karanfile bulanan intiharlar

işte şu senin boynun
tarçın karanfildir

"Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu 
kesmemeye"

umut; kesilen damar
tam tam, tam tam, atmıyor karanlıkla benzeşip
Afrika dahil

durgun şiirleri sevmez 
umut kesildi mi
su içmez hareketsiz dizelerden ak kısraklar
ve boynun kara büyüler misali terk eder
yaşamayı upuzun, aniden

eliptik özleme hali
sıcak havalarla aşağıya iner
düz değil
yuvarlak değil
nokta, doğru, düzlem
iç bükey, dış bükey değil
geometrinin insansal ilişkisi

sonra yeniden ellerini arandığımda
boşluğu ikiye katlayıp
ürpertirim ortasından
zihnimi kesip
tüm kalana adanan ezgilerle
ruhumu yansıtırım

üzerimizde tepişir aşk ritmi
boynun, ellerin sekizinci kıta
ezilip büzülürüm yokluğunun altında
betim benzim atar
tenim; çimen rengi

Cemal Erdem

7 Kasım 2012 Çarşamba


Olan olmuştu işte... Aslında hayır, okuduğum çoğu kitapta pek umursamam böyle hadiseleri. Kadın karakterlerine aşık olup, erkekleriyle dost olmaya çalışmak gibi bir hevesim yoktur. Ancak, "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" sonrası savunma mekanizmam yerle yeksandı. Evet, Nihal'e deli gibi aşıktım, yanımda dursun, acılarına iyi geleyim istiyordum. Sonra yaşıma başıma bakmadan, orta yaşlılar dünyasının iki sade vatandaşı Ender ve Çetin ile arkadaş olmak istiyordum. Tabii, onlarla arkadaş olmadığımdan, Nihal'in sorumluluğunu üzerimde hissetmediğimden ona aşık olurken asla çekinmedim. Ender ve Çetin'in ise bir şeyden haberi yoktu...

Nihayetinde Barış Bıçakçı külliyatına son noktayı koydum. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" in ardından... Bu kitabı sona saklama nedenim açıkçası, filme uyarlanmış olmasıydı. Bir dönemde herkesin elinde görmek. Popüler eşittir tu kaka mı, çoğunlukla, her zaman değil. Bazı şahsi bakış açılarında ise bir uzaklaşma meydana getirdiği aşikar. Neyse tüm kitaplara değinmeden konuya girelim. Bir süre yere paralel gidip!!!


Genel hatlarıyla tüm kitapları anımsadığımda, artık iyi bir Ankaralı olabileceğim, en azından yer yurt bildiğim ortaya çıkıyor. Sonra, dostluk anlatılarının şekillendirdiği metinlere (ismime bir gönderme :) ) aslında ne denli ihtiyacım olduğu. Ekonomik dil yapısıyla bu metinlerin, iyi bir edebiyat ürünü tanımının sonuna dek hakkını verdiği... Vesaire...

"Bizim Büyük Çaresizliğimiz" en sevdiğim Bıçakçı eserleri arasında yerini aldı. Yetmedi üstüne filmini de izledim. Kitap iyi, film kötü, film iyi, kitap kötü... Kesinlikle Seyfi Teoman (ki kendisini erken kaybettiğimiz için her daim hayıflanacağım, sinemanın büyük kaybı) iyi bir iş çıkarmış ortaya. Okuyanlar bilir, birinci tekil şahıslı, gözlemsel bir anlatımdır kitap, tabii film görsel bir sanat, kitabı görsele döndürmek için de bazı sinemasal mucizelere başvurulmuş haliyle. 

Kitabın üzerimde bıraktığı etki büyük. Hemen her Bıçakçı kitabında olduğu gibi. "Aramızdaki En Kısa Mesafe", "Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra"... Nicesi...

Ancak bendeki yeri en özel olan kitap; Bıçakçı ile tanışmama da vesile olan: "Veciz Sözler"... Sadece bana Barış Bıçakçı yolunu açtığından değil, kendime en yakın hissettiğim, sırtını sıvazladığım, yapma be dediğim ana karakteri "Sulhi Saygılı" nedeniyle de...
Nihayetinde anladım ki, Barış Bıçakçı anlatıları beni samimiyetiyle, gerçek kahramanlarıyla, edebiyat tutkusuyla kıskıvrak yakalamıştı... Şimdi içimde bir boşluk büyür, gece çıldırır, beni boğar, okuyamamak böyle bir his, aşık olamamaya benzer!!!
Ki ben hala Nihal'i büyük bir tutku, büyük bir öfkeyle severken... (Birkaç haftaya Barış Bıçakçı külliyatına geniş geniş dadanacağım, didik didik bir yazı olacak, edebiyatına yakışır)

2 Kasım 2012 Cuma

The Royal Tenenbaums




"The Royal Tenenbaums" - Ne Aile Ama :)
Filmlerle ilintili netice aslında ikiye ayrılır benim için. Birincisinde iyi bir film izler, beğenir, gerçekten etkilenir, seversiniz; (Bknz. "Atları da Vururlar")... diğer türlüsünde, süreç tersine işler. Filmi seversiniz, etkilenir, beğenir, izlersiniz... "The Royal Tenenbaums" uzun süredir film sevme açığımı kapatan bir film olarak beni selamladı diyebilirim. Ne zamandır askıya aldığım filmografisiyle Wes Anderson'u neredeyse baş tacım eden yapım...
Renkli bir dünyanın, birbirinden enteresan karakterlerle süslenmiş dramatik hikayesi. "The Royal Tenenbaums" özü bu olabilir. Lakin salt bununla sınırlı değil tabii. Birincisi, öykü hakikaten iyi kurulan bir öykü. İkincisi, öyküden ziyade karakterler mühim, lakin bu öyle gözümüze sokularak da yapılmıyor. Bak bunlar çok ilginç insanlar minvalinde doldurulan ancak içi boş anlatılardan değil. Kaldı ki indirgene indirgene baba-aile ilişkilerine indirgenebilecek öykü anlatımıyla takdir edilesi.
Gelelim oyunculuk performanslarına... Tüm oyuncular, benzer performanslar sunuyor. Karakter inandırıcıkları aynı oranda artıyor. Genellikle sakin, büyük oynanmayan performanslar hepsi. Derli toplu, yani bir okul müsamerisine dahi dönebilecek proje badiresiz kotarılıyor. En beğendiğim isim ise Luke Wilson ve Bil Murray... Ben Stiller'ı ise böyle bir karakterle görmek çok hoşuma gitti.

Film müziklerinden hep bahsedilirdi. Wes Anderson filmleri için önemlidir müzikler. Kaç gündür soundtracklerini dinliyorum "The Royal Tenenbaums" un, varın gerisini siz düşünün. Sıkılmadan izlenebilecek, farklı tatlar arayanlar için de kesinlikle ideal olan "The Royal Tenenbaums"; tavsiyedir....

Ihlamur Esintisi

Ihlamur doldurmak dünyanın en zor işi olmalı. Demlikten fincana doğru uzanan o zorlu yoldan söz ediyorum. Öncelikle sakin kalacaksın. Taze ıhlamur kokusu, aşka benzer... Yalnızlığa benzer... Felakete benzer... Kıyamete benzer... Bu denli benzeşim hücrelerine dolacak ve sen sakin kalacaksın. İkincisi, o enfes ıhlamura, o dünyanın dehlizlerinden mucizeler bahşedilen ıhlamura layık olabilecek limonu bulacaksın. Zor iş... Üstelik tüm limon çekirdekleri isyana teşvik ederken insanı...

Monster - Bir Canavar Var Benden İçeri



"Death Note" ertesinde yeni bir animeye başlayabildim nihayet. "Monster" gerçekçi karakterleri, ilgi çekici konusu ve tartışmaya açtığı; "tüm hayatlar kurtarılmaya değer midir?" sorunsalı ile kesinlikle izlenmeli. Üstüne üstlük, Grangevari bir hikaye, kurgu; güçlü bir politik arka plan, Doğu - Batı Almanya üzerinden giden öykü. On küsür bölümü yedim bitirdim, ellerine sağlık, afiyet olsun...

Gök Ayna Labirenti



ve günün birinde evet

sana çıkmayan bir yol keşfedeceğim...

sana atfedilen tüm sokaklarım
üç başlı köpek bekçiliğinde
bir bir atla
eğik caddelerimizi
eciş bücüş evlerimizi
o caddelerde çeşit çeşit ölüler yetişmiştir
o evler şiirleri ekmek sarılı kağıtlara çizmiştir
bir bir atla
dürtmeden içimin kelamsal lahdini
üçüncü dünya intihar sevincimi
o lahid ki
Tanrı üzülmesin diye 
parmak ucundan intihar eden adama aittir

saçlarından ayırdığım yılanlarla güne kestim
tüm toplar damarlarım fışkırırcasına zehir

ürkme
morg mavisi gece trenleri gececilerin
sen göğsünü hep gündüze beyaz körlüğünle
güvercinlere sakladın 
savaşmayı tercih ederek sevişmeye

çekindin elbet şiddetle asi
şiddetle terli olmaktan

kader; baş parmağın ile işaret parmağın arası mesafedir
keder ise ona en yakın büyülü kelime

sana atfedilen tüm sokaklarım
gök/yüzüne aittir
aynalar
benim bitip senin başladığın
onulmaz nihayettedir

Cemal Erdem