27 Nisan 2013 Cumartesi

Reklamix

Hem kültürel kodlarımızı yıkmaya çalışıp yeni bir tüketim toplumu yaratmaya çalışacaksın hem de bu yolda o kültürel kodları kullanacaksın. Aferin!!!

Tomris Uyar; İpek ve Bakır

Öykü şenliğine Tomris Uyar ile devam ediyorum. Uyar'ın öyküleri gerçek edebiyatın keyfini yaşatıyor. İçselleştirilmiş anlatıları anın güçlü portrelerini çıkarıyor. Aynı zamanda da atmosfere dahil olma konusunda okuyucuya sahip çıkıyor.


"Tomris Uyar (d. 15 Mart 1941 - ö. 4 Temmuz 2003) Türk öykü yazarı ve çevirmen. İngiliz Kız Ortaokulu'nda, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde eğitim gördü (1961). İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi (1963).
Papirüs dergisi kurucularından olan Uyar’ın deneme, eleştiri ve kitap tanıtma yazıları Yeni Dergi, Soyut, Varlık gibi dönemin belli başlı dergilerinde yayımlandı. On öykü derlemesinden Yürekte Bukağı ile 1979, Yaza Yolculuk ile 1986 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. 60’ı aşkın çevirisi kitaplaşan Uyar’ın günlükleri, “Gündökümü” genel başlığı altında, yayımlandı. Yürekte Bukağı ve Yaza Yolculuk öykü kitapları ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı.
Tomris Uyar, şair Turgut Uyar ile evlidir ve Hayri Turgut Uyar isimli, İTÜ'de öğretim görevlisi bir oğulları vardır. 2003 yılında kanser nedeniyle vefat eden yazarın kabri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır."
Alıntı vikipedi...

Utopia



Kısaca konusu; "Utopia kült bir çizgi roman senaryosunu bulan bir grup insanın hikayesini anlatıyor. Kitabın son yüzyılda yaşanmış felaketleri önceden belirttiği ileri sürülmektedir. Gruptakiler kısa bir süre sonra The Network olarak bilinen bir organizasyonun hedefi haline gelir."

Alıntı filmadamı...

Nihayet diziyi bitirebildim. Utopia iyi yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış harika bir dizi. İngilizler bu işi biliyor dedirten altı bölümden oluşuyor ilk sezonu. Her bölümde yükselen bir tempoya, gerilime sahip. İpuçları
takip edildikçe yeni sorular karşımıza çıkıyor. Ayrıca kime ne kadar güvenmemiz, kimlerle özdeşlik kurmamız gerektiği konusu da sancılı. Belli belirsiz. Biraz da izleme keyfimizi, merakımızı artıran bir unsur bu.

(Geniş bir yazıyla döneceğim)

The Station Agent


Öncelikle filmi beğendiğim ölçüde sevdiğimi de belirterek yorumuma başlıyorum. Bir sinema büyüsünü, sanatsal bir ürününü o sanat dalının bazı ölçütlerini baz alarak beğenmek önemli tabii. Daha önemlisi ise o yapımı, eseri sevmek. İzleyici olarak aranda bağ kurmak. Eğer böyle bir his uyanıyorsa sende sinema tam bir arayış haline geliyor.
Filmde hemen hemen tüm detayları beğendim. "Hayatın İçinden" çevirisi de harika olmuş. Filmi yerinde duramayan aynı zamanda bir yere gitmeyen yol filmi olarak tanımlayabiliriz. Trenler hakkında söylemleri kayda değer. Yolculuk denildiğinde aklıma ilk trenler gelir. Ayrıca tren kovalama, doğrudan yürüyüşler vb. hepsi iyi düşünülmüş.
İnsan muhtaçlığına, zorunluluğuna da bakışı akılda kalıcı. Üç farklı karakter. Üç yalnız insanın birbirini tamamlaması. İkisinin hayat perspektifleri iyi lakin üçüncünün hayata karşı bir coşkusu var. Karakterler farkında olmadan dostlukları sayesinde yaşama sımsıkı tutunmaya başlıyor. 
İzlenilmesi gerek ufak bir hazine...

  ---spoiler---
Tüm karakterlere bayıldım. Özellikle Joe... Hem filmin mizah yükünü taşıyordu hem de yaşama keyfini diğerlerine aktarabildi. Kesinlikle tren yakalamam lazım :)

---spoiler--- [^]


Vestiyer

'Kahretsin...' Eğer garson şarabı Yeşim'in üzerine dökmemiş olsaydı her şey yolunda gidecekti. Ahmet şu an evde pinekliyor olmayacaktı. Yeşim ile birlikte güzel bir akşam geçiriyorlardı. Evlilik teklif etmesine az bir zaman kalmıştı. Fakat önce garson, ardından Yeşim'e gelen acil telefon anı berbat etmişti. Arayan kimdi acaba? Yeşim açıklama yapmadan, apar topar ayrılmıştı restorandan. Aslında alacağı 'evet' için çok kısa bir süre yeterliydi. Olsun. Bu ufak bir aksilikti. Ahmet yeni ceketini aldığından beri hayatını yoluna koymuştu.

Dişinden tırnağından artırıp pahalı ceketine kavuştuğunda Ahmet şimdiki durumunu kestiremezdi. Önce sevilen biri olup çıktı. Normalde onunla konuşmayan iş arkadaşları, mahalleli peşinden ayrılmaz oldu. Yeşim'in bile dikkatini çekti. Topukları üzerinde bir dünya kurabilecek kadınlardandı Ahmet'e göre Yeşim. İlişkilerinin başlaması da fazla zaman almadı. İki hafta sonra da bir terfi aldı Ahmet. Özgüveni yerine gelmişti. Freud'la dertleştiği vakitler bu eksikliğin nedeni çocukluğunda yatıyordu. Ancak Ahmet çocuk olduğunu bile hatırlamıyordu.

Ceketini özenle çıkardı, kanepenin üzerine koydu. Vestiyere gidemeyecek kadar bitkindi. Televizyon başında uyuyakaldı.

Sabah uyandığında kendini yatağında buldu. Tamamen bağlı bir vaziyette. Konuşamıyordu. Ağzı bantlıydı. Karşısında ceketi duruyordu. Evet, karşısında duruyordu. İçinde birisi varmış gibi. Konuşmaya başladı. 'İşe geç kalacağım Ahmet, uslu dur.' dedi.
Ahmet gördüklerinin rüya olabileceğini düşünüyordu. Öyle olması gerektiğini umuyordu. İplerden kurtulma çabası boşunaydı. 

Ceket Ahmet'e döndü yeniden:

'Sanırım bugün Yeşim'le yatabilirim. Onunla sevişmek harika olacak. Sen keyfine bak Ahmet. Kimse farkı anlamayacak. Zaten onların istediği benim. Sen değil.'

Ceket kapıya doğru yürüdü. Aslında uçtu. Yürümek eylemi ceketin yapabileceklerini kapsamıyordu. Evden çıktı. Kapıyı kilitledi.

Ahmet önce mantığını devreye sokmayı denedi. Başaramadı. Öfkesini yokladı. Fayda etmedi. Pişmanlığını yürürlüğe soktu. Neden pişman olabileceğini bile bilmiyordu. Sadece o ceketin Ahmet'e ait olanları alacak olması onu üzüyordu. Pişmanlık zerre aklının ucundan geçmiyordu.
Bir iki saat iplerle mücadele etti. Yorgunluğa yenildi. Uyudu.
Akşam saat altı civarı, açılan kapının sesiyle uyandı. Bilinci durumunu ona hatırlattı. İlk defa farkına varıyormuş gibi. 

Ceket kapıyı kapattı.
'Kahretsin...' Eğer garson şarabı Yeşim'in üzerine dökmemiş olsaydı her şey yolunda gidecekti. Ceket şu an evde pinekliyor olmayacaktı. Yeşim ile birlikte güzel bir akşam geçiriyorlardı. Evlilik teklif etmesine az bir zaman kalmıştı. Fakat önce garson, ardından Yeşim'e gelen acil telefon anı berbat etmişti. Arayan kimdi acaba? Yeşim açıklama yapmadan, apar topar ayrılmıştı restorandan. Aslında alacağı 'evet' için çok kısa bir süre yeterliydi. Olsun. Bu ufak bir aksilikti. Ceket hayatını yoluna koymuştu.

Ahmet o akşam ceketi hiç görmedi. Sadece televizyon sesi duyuyordu. Sonrasında televizyon sesine horlama sesleri eşlik etmeye başladı. Ahmet ise kurtuluşu olmadığından uyumayı seçti.
Ahmet sabah uyandığında iplerini gevşemiş buldu. Zorlukla da olsa yataktan kurtuldu. Mutfak yatak odasının bitişiğindeydi. 'O orospu çocuğunu geberteceğim.' diye geçirdi içinden. Kaliteli bir ekmek bıçağı kaptı. Oturma odasına geçerken, köşede duran vestiyeri fark etti. Ceket cansız bir biçimde vestiyerde asılıydı. Ahmet kahverengi laminant parke üzerindeki beyaz kağıdı gördü. 'Ben, ben değilim.' Notunu buldu. Ceket kendini asmıştı.

Dinlenilesi



Düşbaz /
Yeni keşfettiklerimden. Tüm parçaları da ayrı ayrı güzel. İnsana mücadele gücü, sevgi, ritm, dinginlik aşılıyor. Bir şans verin derim...

14 Nisan 2013 Pazar

Yeni Eğitim Sistemi

İstanbul Film Festivali bugün bitiyor. Aklımda kalan, izlediklerim arasında en iyi iki film Ginger and Rosa ile tabii ki Stoker. Fakat festivali bu filmlerle hatırlamayacağım ne yazık ki. Hatırlayacağım olay, Emek eyleminde yaşananlar olacak. Bakın bizim mutluluğumuz için dönen ev reklamlarından yola çıkalım. Evde samimiyet haricinde her şey olsun teması. Alışverişe ineyim, havuza gideyim, doksan dokuz katlı binamız olsun. Emek yıkılsın daha güzeli yapılır. Ses çıkarana da güzel tepkiler var.

Yakında eğitim sistemi de yenilenir zaten. Alışveriş merkezlerindeki ömür boyu zorunlu eğitime geçeriz. Tüm dersler, tüketim eğitim, tüketim bilgisi, tüketim kültürü şeklinde olur. Bir de düşünmenin, ilgilenmenin seksen zararı...

Tavus Kuşu

kimse : ortası, bükülü söğüt dalıyla
ikiye ayrılan, kızıla çalan kelam

sana aykırı nefesler bırakıyorum
yasak mevsimlerde şubat sözü
parmaklarım ki boylu boyunca kırgın
tutup onları trabzan yapıyorum

alaimisema
suskun gök
suskun derya

yalnız: asla anlatamayan
sözleri kan çanağı Homeros

bana dönemsel intiharlar kalıyor
kurşuni sunağında boğulan geceler
amma meşgulüm
ağzımda şiir okusam sönecek tek sigara
kuytularımda meteliksiz Istanbul
yalnayak gitar tınılarıyla
kendime kesiliyorum

alaimisema
suskun gök
suskun derya

gözlerinden kaldırımlara
binlerce tavus kuşu doluyor
binlerce, dokunsan bozulacak renk


Nimrod Çıldırışları







Nihayet Keret'in öykü deryasının sonuna geldim. Uzun bir yazıyla Keret Evreni'ne dahil olmaya çalışacağım yakında. Sıralama yapmam gerekirse; Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Kapı Birden Vuruldu, Nimrod Çıldırışları, Buzdolabının Üstündeki Kız...

Nimrod Çıldırışları'nda özellikle üç dört öyküye bayıldım...

Kara mizah cayılmaz içgüdü.

Ashes And Diamonds








Bir müddettir sıcağı sıcağına yorum yapma heyecanı yaşamamıştım. Andrzej Wajda ile tanışmama vesile olan film Küller ve Elmaslar bu heyecana yeniden ortak olmamı sağladı. içinde harika sekanslar barındıran güçlü bir politik sinema örneği. Hep tartışılır, neden bizim sinemamızda politik sinema diye bir türden fazlaca bahsedemiyoruz. Aslında son beş yıldır belki  ondan da fazla bir süredir politik sinema sayılabilecek örneklere rastlıyoruz. Daha da gelişecektir bu tür. Belki bizim politik sinema diyebileceğimiz filmlerdeki en büyük sıkıntı göstermenin imaya hep baskın gelmesi. Sinemamızın genel sıkıntılarından biri zaten mevzu. Gösterdiğimiz kareleri ya aşırı biçimde anlaşılır sunuyoruz ya da diyaloglarla açıklama ihtiyacı hissediyoruz. Bak bunlar bunlar olmuş, böyle olmuş, ben ise şöyle düşünüyorum. Politik sinemada da durum aynı. Oysa Wajda tamamen politik karakterler etrafında dönen öyküsüne bile gayet sıradan hayat hikayeleri yedirmiş ve aynı zamanda söylemek istediklerini de yüze çarpmadan söylemiş. Artı olarak savaşın dramatik yapısını da, sınıfların durumunu da güzel işlemiş. Belki artık bizim de çok konuşan fakat az sinemaya yapan filmlerden yine çok konuşan sinemasal anlamda çok konuşan filmlere geçmemiz gereklidir.

 ---spoiler---

Katilin resepsiyonistle konuşması, diyalogları harikaydı. Özellikle onu gizliden gizliye istediği odayı almaya ikna edişi. Yakınlık kuruşu. İşte diyalog budur. Harika sekanslardan biri de son bölümde adamın ölüp katiline sarılması, içerde yaşanılan politik kutlama, patlayan havai fişekler...

---spoiler---
Güçlü bir sinema deneyimiydi. Değmeyin keyfime :)

Stoker







Nihayet Sinema...
Genellikle Amerika'ya transfer olan yönetmenlerin denemeleri sonuç vermez. Başarısız geçer. Ya kimyaları tutmaz bu kırsalla. Ya çalışma biçimleri, yapımcı baskıları neticeye etki eder. Chan - Wook Park ise genellemenin dışında kalıyor. Hem onu tanıyanlar hem de ilk defa tanışacaklar için harika bir film çıkarmış ortaya. Çizgisini korumuş. Evet eksikleri yok değil. Yine de olabildiğince kendi çizgisini koruyan bir yapım olmuş Park için Stoker.

Filmi Oldboy ile karşılaştırmaya girmeyeceğim. Evet birkaç benzerlik kurulabilir. Bazı temaları, şiddete yaklaşımı falan. Ancak ayrı uçlardan filmler olduklarını düşünüyorum.
Stoker Park'ı tanıyanlar için nasıl bir film beklenmesi gerektiği açısından soru işareti barındırmıyor. Fragmanlarıyla da ona aşina olmayanla adına güçlü bir gerilim filmi olduğunun altını çiziyor.

Filmin her karesi, her anı Park'ın artistik düzeye çıkardığı yönetimiyle renkleniyor. Geçişleri, kadrajları her saniyesi izlenilmeli. Görüntü yönetiminin de başarısı atmosfer kurulumuna doğrudan hizmet ediyor. Olumlu yönde tabii.

Stoker'ın alttan alta işlediği Freudyen bakış açısı da öykü için gayet ideal. Bastırılmış dürtüleri bir büyüme öyküsüne yedirmek açıkçası ilk akla gelebilecek fakat doğru bir fikir. Şiddet ile cinsel hazların bütünleştiği sahneler... Geçmişle kurulan ailevi ilişkilerin yarattığı yani kanın ortaya çıkardığı bağlar... Anılara yapılan kesmeler... Hepsi Freud'un F'si eşliğinde perdeye yansıyor gibi.

Wentworth Miller'ın senaryoyu yazması beni de şaşırttı. Böyle grift böyle matematiği güçlü bir senaryoyu yazması takdir edilesi. Asıl merak ettiğim Park'ın senaryoya katkısı. Ekleyip çıkardıkları...

Oyunculuklar için de parantez açmak gerek. Nicole Kidman ağırlığın onda olmadığı karakteriyle arzı endam ettiği karelerde iyi oyunculuğunu konuşturuyor. Matthew Goode ise başarılı bir performans sunuyor. Nereden tanıyorum ben bu adamı diye diye filmi bitirdim. Meğer Watchmen'deki uyuzmuş :))... Asıl alkış ise kesinlikle
Mia Wasikowska'nın. Çok zor bir işin altından harika bir oyunculukla sıyrılıyor. Film sanırım onunla anılacak.
Stoker... Kesinlikle izlenmesi gereken, sağlam örgülü, karanlık, gücünü çoğunlukla alçak sesten alan büyüleyici bir sinemasal operet, ya da klasik müzik örneği...

(müziklerine, ses kurgusuna ayrıca bayıldım)

Stoker Jenerik Şarkısı




...

6 Nisan 2013 Cumartesi

Mystery Train





Jarmusch: Yol ve Kültürel Kodlar
Hemen her fırsatta söylerim bazı yönetmenlerin filmlerine nesnel bakamıyorum. Onları fazlaca sevip benimsediğimden ve genellikle sevdiğim temaları içeren filmler çekmelerinden dolayı. Jarmusch da onlardan birisi.
Ne vakit bir Jarmusch filmi izlesem durağan anların posasını çıkaran filmler buluyorum karşımda. Üstelik yönetmenin müziğe düşkünlüğü, müziğe saygısı da çektiği müzik belgesellerinden, filmlerinde kullandığı şahane parçalardan belli. Bir de sol yanımda arma misali taşıdığım "yol", "yolculuk" hadiseleri mevcut.
Jarmusch bir muzipliği ise, farklı kültürlere ait kodları içiçe geçirebilmesi, aynı metinde eritebilmesi. Dead Man'a bakıyorum; westernin şiir ile buluşması, Ölü Köpek: Samurayın Yolu (umarım ismi doğrudur) gözümün önüne geliyor, rap ile mafya, buraya dönüyorum; Japonya, Elvis, alt kültürler, Amerika... 
Birbirine değen fakat dokunmayan öyküleriyle, güzel bir Jarmusch filmiydi. Özellikle Japon çift ile Sally Hawkins, Steve Buscemi iyiydi. Elvis mitine yaklaşımı ise harika. Hakikaten büyük keyif aldım izlerken, tavsiyedir...

Kireç

açılan; ağrılı gün çekirdeği 

bilmem hangi kırmızı zamanlar
ben yokken doğuran beni

sımsıkı tutunduğum kül gecesi

balıkçı ağlarına
paydos düdüklerine türkü yakar
servilere asılı şiir imgesi

kent aynasında
kan oturmuş lodosun
gülümseyen mesaisi

ilmik ilmik çözülen mevsim

boz sularda alabora
kağıttan gemilerim

Neysen O'sun

Kendini iyi hissetmek için markalara mı ihtiyacın var? Kimsin sorusuna, prestijin ve statünü tanıtacak cevaplarla mı başlıyorsun? Sahiden sen kimsin?

Mamak Türküsü



Her dinlediğimde
tozum toprağım güneşe karışıyor...

Lüzumsuz Adam...



Sait Faik'e sığınmak...
Onun yaptığı öykücülük değil, edebiyat değil. Pekala insan sanatı.
Yaşama karıştığımı hissettiğim az sayıdaki kitaplardan oldu.

Belki de biraz durmak, durup insanlara bakmak... Kendini değil de onları düşünmek, onların hikayelerinin ucundan tutmaya çalışmak iyi gelecek hep bana. Kendi hikayemi kuramadığımdan değil. Kendi hikayemin başkalarının gerçekleriyle şekillendiğini bildiğimden. Gerçek, duru hikayeler, onların insanları, o insanların evrenleri var. Olmalı hakikaten...

Utopia



Utopia... İlk sezonu altı bölümden oluşan İngiliz gerilim, aksiyon, gizem dizisi... Yeni Black Mirror hissiyatı yarattı bende. Sezonu bitirdiğimde geniş bir yazıyla ele alacağım. Neticede yine bizim dizilerimizle aradaki uçurumu hatırlattı. Olay şu; ilk başta yabancı diziler gayet iyi yazılıyor. Ardından iyi yönetim... Her fırsatta bütçe, kültür vb. unsurlara sığınmak olmaz. Yoksa Süper Baba, Sıcak Saatler, Bizimkiler dizileri bize ait değil miydi? Püf nokta bu; onlar tamamen bize aitti. Kaçımız Kuzey Güney hayatını yaşıyoruz, yaşayabiliriz? Kaçımız Fiko'yu unutabiliriz... Konu nerelere geldi... Kaçtım ben...

2 Nisan 2013 Salı

Festival Notları 4: El Muerto y Ser Feliz


Ortalama bir seyirlik olmasına rağmen kara mizah ve yol filmi türlerini harmanlaması, ilginç karakterleri, müzikleri ile keyifle izledim. Bana göre yapımın en büyük handikapları, ilginç tercihine uygun olarak anlatıcı kullanmaları (ilk başlarda muzipçe geliyor fakat sonradan sıradanlaşıyor), vasatı aşamayan yönetimi. Boş vakit için ideal...

1 Nisan 2013 Pazartesi

Anneannemi Kurtarma Operasyonu

İki numara örgü şişi, iki adet... Tamam. Martin Mystere çizgi romanı, bir cilt... Burada. Üç paket bisküvi, üç şişe ufak su... İşte. On lira doldurulmuş öğrenci pasosu... Pasom, pasom... Buldum. Bir adet çakma Ray Ban güneş gözlüğü... (orjinalinden ayırt etmek neredeyse imkansız) O da yanımda. Hepsi hazır. Artık operasyon gerçekleşebilir. 'Anneannemi Kurtarma Operasyonu'

Her şey bir öğleden sonrası başladı. Anneannemle evde yalnızdık. O kalorifer peteğine sırtını dayamış en sevdiği diziyi izliyordu. Yedi Düvenin Rengi mi ne, öyle bir ismi vardı. Ben ise okuldan dönüşümü kutlamak için çekyatta uyuyakalmıştım. Uyandığımda gördüklerim suratıma çarpan soğuk su etkisi yarattı. (nerde okudum bunu) Sedat ölmüştü. Anneannem ortalıkta yoktu. Kalorifer peteğinden kan sızıyordu. Kaç saat uyumuştum? Ya da gürültülere neden uyanmamıştım? Bilmiyorum... Bildiğim; anneannemin başının dertte olduğuydu. Onu derhal kurtarmalıydım. (önce sözlükten derhal kelimesinin anlamına bakmalıyım)

Harekete geçmem uzun sürmedi. Hiç kurtarma operasyonuna katılmamıştım. Bu nedenle teçhizatımı kendim belirledim. Hazırlığımı yaptım. Sırt çantamı özenle kapattım. Otobüs terminaline gitmeye karar verdim. Neticede her yere otobüsle gidilebilen bir dünyada yaşıyordum. Üstelik, terminaldekilerin anneannemin nerede olduğunu bileceklerini tahmin ediyordum. Anneme veya babama haber verme ihtiyacı duymadan evden çıktım.

Annem ben kendimi bildim bileli çalışır. Ne iş yaptığını asla öğrenemedim. Soracak vakit yoktu. Eve yorgun argın geliyordu annem, daima. Sabahın ilk ışıklarıyla da evden çıkıyordu. Arada kalan kısa zaman dilimlerini Tibet'te ettiği sessizlik yeminine bağışlıyordu. Babam da, o da hep çalışır. Bir sirkte aslan terbiyeciliği yapar. Ayrıca annemin sessizlik yeminin sadık dinleyicisidir. Yani, benim dışımda.

İkisinin de uzlaşmacı tavrı sayesinde anneannemin elinde büyüdüm. Çocukluğum onun yanında geçti. Direnmeyi ondan öğrendim. Kendi doğrularımı aramayı ve bulmayı. Sevmeyi, sevmek uğruna mücadele etmeyi. Lafını sakınmamayı. Şimdi vefa borcumu ödemeliydim. Sedat'ı öldürmüş olması zerre etkilememişti beni. Asıl düşündüğüm, cinayetin suç olduğuydu. Nerede, nasıl olursa olsun. Anneannemi kimseye bırakmaya niyetim yoktu. Savaşacaktım.

Terminale geldiğimde doğruca hareket amirliğine gidiyorum. Anneannemi soruyorum. Bana Fatma Teyze'nin torunu olup olmadığımı soruyorlar. Evet, diye cevap veriyorum. 101T'ye binmemi söylüyorlar. Son durakta inecekmişim.

Otobüse yürürken, anneannemi kaybettiğimi sandığım gün aklıma geliyor. Bit Pazarı'nda... Kaosun ortasında yalnız kalışım. Ağlayaşım. Yabancı insanların üstüme doğru gelişleri, anneannemi tanımıyor olma terbiyesizlikleri. Sonra anneannemin gür sesiyle bana bağırması. Yakınlardaki bir ağaca tırmanıp beni bulması. Önce sağlam bir tokat, sonra sıkı bir sarılma anı... Giderken ısmarladığı yarım ekmek döner. İçinde hiçbir şey olmasına karşılık gelen döner de mi olmasın suali. Sinirlenmem, anneannemin kahkahayı bırakması.

Otobüse biniyorum. Kalkmasına on dakika var. Martin Mystere okuyorum biraz. Sonra Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı düşüyor aklıma. Yüksek sesle okuyorum. Otobüstekiler söylene söylene bana bakıyor. Ben göğe bakıyorum. Otobüs hareket ediyor.

Son durağa kadar otobüs boşalıyor. Son durakta sadece ben iniyorum. Karşımdaki büyük binaya yöneliyorum. Kapıdaki güvenlik görevlisi beni durduruyor. Kim olduğumu söylememi istiyor. Anneannemin torunuyum, cevabını alınca bana bir ziyaretçi kartı veriyor. İçeri buyur ediyor. Beni bekliyorlarmış zaten. Hatta daha erken gelebilirmişim.

Dünyadaki tüm televizyonların arasından geçiyoruz. Bina tamamen televizyonlarla, uydu cihazlarıyla, reyting aletleriyle, uzaktan kumandalarla kaplı. Güvenlik şaşkınlığımı tebessümle karşılıyor. Birlikte asansöre biniyoruz. Zemin katta dar bir koridordayız. Adam ilerdeki 'Girilmez' yazılı sevimsiz kapıyı işaret ediyor. İnanamıyorum. Heyecandan midem bulanıyor. Üstümü başımı düzeltiyorum. Aynı esnada adam asansöre binip yukarı çıkıyor. İlk defa girilmez yazılı bir kapıdan gireceğim.

Sırt çantamı veya beni aramak aklının ucundan bile geçmedi. Dangalak... On üç yaşındaki yetişkin bir erkeği yabana atamazsınız. Hemen iki numara örgü şişlerini çıkarıyorum. Bir yudum su içiyorum. İki bisküvi atıyorum ağzıma. Çantamı koridorda bırakıp kapıya koşmaya başlıyorum. Özgürlük diye haykırıyorum.

Kapıdan girer girmez iki ayıcık beni kollarımdan tutup havaya kaldırıyor. Pek sevimliler. Bir örnek giyinmişler. Bir ses, sessizliği yırtıyor: 'Bırakın torunumu deyyuslar.'

Anneannem, nihayet...

Beni de onun yanına oturtuyorlar. Karşımızda yetmiş iki ekran bir televizyon var. Tüplü...

Anneanneme onu kurtaracağımı söylüyorum. Biliyorum, diyor. Yorgun belli ki. Yoksa bana dağ rüzgarlı bir masal anlatırdı veya kekik kokulu bir türkü çığırırdı. Zaman, mekan dinlemeden. İçinde bulunduğumuz durumu önemsemeden.

Karşımızdaki televizyon açılıyor. Siyah beyaz karınca kanalı, hışırtı... Hışırtı kesiliyor., televizyon konuşmaya başlıyor. Bizimle... Anneannemin Sedat'ı öldürmesinden söz ediyor. Ben zaten emindim, nasıl yaptığını bilmesem de, anneannemin Sedat'a duyduğu nefreti hissediyordum. Yine de nasıl yaptığını soruyorum. Meraktan: 'Bilmiyorum...' diye fısıldıyor anneannem. Ayılar bizi kesiyor...

'Bilmiyorum torun, gene dizi mi ne boktur onu izliyom. Hayın Sedat baktım Leyla'yı öldürecek. Leyla'ya dediydim o kadar, gitme buluşmaya şırfıntı. Dinlemedi. Ölecen dediydim, dinlemedi. Sedat tam silahını çekti, kurşunun ters dönsün iblis diye söylendim. Sedat tetiğe asıldı, kendi vuruldu. Leyla baktı bana; 'Fatma Teyze ne yaptın?' dedi, nankör. Sonra deyyuslar girdi içeri. Birini hallettiydim de, ötesine yetmedi gücüm.'

Televizyon insanların anneannem sayesinde galeyana geldiklerini söyledi. Dizilere lanet ediyorlarmış. Kötü karakterleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlarmış. İnsanlığın sonuymuş bu. Reytingler aniden düşmüş. Kimse dizi aralarına reklam vermez olmuş. Çöküş dönemine girmişiz, bunu da sadece anneannem engelleyebilirmiş. Yaptığının suç olduğunu kabullenip, özür dileyecek, hapse girecekmiş.

Gülmemek için kendimi zor tuttum. Yanımdaki kırmızı tuşu gördüm. 'Asla Basmayınız' yazıyordu. Asla basılmayacak bir tuş. Oldukça işlevsel. On üç yaşında yetişkin bir erkeği bir türlü anlayamadınız. Biz girilmez kapılarından girmek için, basılmaz tuşlarına basmak için varız. Tuşa basar basmaz televizyon sustu. Tüm televizyonlar aynı anda bozulmuş. Tabii o an fişe takılı olup, çalışıyor olanlar. Geri kalanlar da bilinmez diyarlara göç etti. İnsanlardan bazıları onları avlamaya devam ediyor. Bize kol kanat geren iki ayı da arkalarına bakmadan kaçtı.

Annem mecburen işi bıraktı. Meğer televizyonda program yapımcısı olarak çalışıyormuş. İş arıyor. Radyo var desem de dinlemedi beni. Bana ve anneanneme çok kızgın. Anneannem de iki numara örgü şişlerini arayıp duruyor. Biliyorum nerede olduklarını ama söylemeye hiç niyetim yok.

Paralel Sokağı

kabul etmiyorsa eğer
gayrimeşru şiirimizi
eciş bücüş
eğri büğrü evler

gece fısıltısı; korkuysa
zehirli sarmaşıkların tırmandığı

cinnet kapılarıyla
intihar odalarıyla
cinayet duvarlarıyla

-

evlerin alçak tavanları
kesik içinde
ellerim
Van Gogh'un
yağlı boya deliliğinde

bir kulağım kapıda
ben; yattığım yerde

duyduğum
süpürülmesi ise
düşlerin

-

kirpiklerimizi yakıp
fitil fitil
burnundan getirmeli
içeri sin(mey)in

elbet sokaklarda
asla karşılaşmayacak öyküler
birbirlerini itekleyerek
yağmurda yürüyorlardır

Festivalde 3. Gün: Gebo ve Gölge

Film hakkında ne söyleyeceğimi tam manasıyla bilemiyorum. Öncelikle fazlaca sıkıldığımdan başlamam gerek sanırım. Yönetmen De Oliveira her zaman takdir edilmeli. 103 yaşında ve hala sinemaya sımsıkı bağlı. Gebo ve Gölge filmini bir tiyatro oyunundan uyarlamış. Fazlaca uzun planlara sahip. Diyaloga dayalı bir film. Tartışmaya sunduğu konular güzel. Işık kullanımı, renkleri, oyunculukları cazip. Fakat bir türlü adapte olamadım. Anlatım tarzı, biçimi, uzun planları değil... Nedendir bilmem... Fimin bitmesini iple çektiğimi bile söyleyebilirim.
Böyle bir kadroyu bir arada görmenin heyecanı, birkaç detaylı diyalog haricinde aklımda iyi bir iz bırakmadı...
   
---spoiler---
Oğulun eve gelişinden sonra film biraz ivme kazandı. Özellikle suç üzerine tartışmalar gayet güzeldi. Hafiften Dostoyevskivari bir karakterdi oğul insanları kirli bulan, kendi kirliliğini kabullenen...

---spoiler--- [^]