27 Mayıs 2013 Pazartesi

Stranger Than Paradise

"Yeni Dünya: Macar asıllı Willie, son 10 yılını New York'ta geçirmiştir. Yani bir hayata başlamak ümidiyle ABD'ye gelen 16 yaşındaki kzini Eva Molnar, Cleveland'da yanında kalacağı halası hastaneye yattığından mecburen 10 günlüğüne Willie'de konaklar. Önce bu durumdan hiç hoşlanmayan Willie, birlikte kaldıkları süre byunca Eva'ya alışır ve kız New York'tan ayrılacağı sırada, onun da kendisi gibi, ailenin "kara koyun"larından biri olduğunu anlar. Bir yıl Sonra: At yarışı tutkunu Willie ile en yakın arkadaşı Eddie, birlikte katıldıkları poker partisinde ortaklaşa hile yapmakla suçlanınca, tüm kazançlarını toplar ve ödünç aldıkları bir arabayla, bir yıldır Cleveland'ta, sert ve inatçı Lotte Hala'nın yanında yaşamakta olan Eva'yı ziyaret etmeye karar verirler. ABD'de hayal kırıklığına uğramış olan Eva onları gördüğüne çok sevinir ama kara kışın ortasında geçirdikleri birkaç günün ardından, Willie ve Eddie sıkılıp oradan ayrılırlar. Cennet: Dönüş yolunda Eva'yı özleyen ve ceplerindei paraya güvenen Willie ile Eddie, geri döner, Eva'yı Lotte Hala'dan geçici bir süre için ödünç alır ve "Cennet"te tatil yapmak üzere hep birlikte güneye, Florida'ya doğru yla çıkarlar. Yol boyunca birbirine benzer motellerde geceler ve sonunda umduklarından çok farklı bir Florida'ya ulaşırlar. Eva'ya kötü davranmaya başlayan Willie ve elinden bir şey gelmeyen Eddie, tüm paralarını tazı yarışlarında kaybedince, durumları vahim bir hal alır... "Jarmush'u 'cool', minimalist ve ilginç bir yönetmen olarak ortaya çıkarıp tanıtan yapıt." Time Out "Ait olduğu türün belirlenmesi, akla yatkın bir biçimde tanımlanması kadar güç, son derece komik bir film." LA Times"


Özellikle son yirmi dakikasıyla beni fetheden siyah beyaz harika. "screamin jay hawkins i put a spell on you " tekrar tekrar dinle. Jarmusch sinemayı, yolları, müziği, insanı avcunun içi gibi biliyor. Kaldı ki hepsini aynı düzlemde buluşturmak nasıl bir içsel uzlaşı ve içsel çatışmadır. Filmografisini tamamlamama az kaldı... Sonra boşluk...

Şiirin İlk Atlası



İşte şairin henüz ş olmuşlarının ve şiir yolunda daha çok yol katetmesi gerekenlerin başucu kitabı. Altıok'un şiir, şair hakkındaki yazıları bulunuyor kitapta. Bir nevi şiir, şair sorgusu. Okuyucuya bu konularda yeni pencereler açıyor. Ayrıca, Altıok'un gazete yazılarından bazıları da mevcut. Onun bizden tek beklediği ise, kitabın önsözünde değindiği şekliyle, şiir hakkındaki önyargılarımızı bir kenara atarak kitapla buluşmak.

Karanlık Melodiler

pas tutan yağmur balkon demirlerinde

kirli tırnaklı
şiirleri çapaklı
sabahlar

bakışları mor
sürreal
yağlı boya akşamlar

rüzgar asılır mandallarla
sabah akşam
tetanos balkonlarına

ellerime tıpatıp benzemeyen eller

kiralık evlerin loş ıssızlığında çiçek veren
kuytu menekşeler

rutubetli duvarlara tebeşirle çizilen
faili meçhul şair izleri

dudaklarıma sinmiş
şarap kokulu
hayli cinnet bir kelime eskisi

sustun 
dinliyorum
balkondan sarkmış aşağıya

Mırıldandığım Öyküler


İlk Cortazar deneyimim açıkçası beni ikilemde bıraktı. Yazar, yoğun edebi metinlerin yanı sıra dile hakimiyetini de yansıtıyor. Tematik anlamda değil de belki kültür, dil anlamında Borges'i çağrıştırdı bana. Bazı öykülerini gayet beğendim. Bazılarına ise yabancı kaldım. Sevmekle sevmemek arası gelgitlerdeyim. Başka kitaplarına şans tanımalı. Yine  de Cortazar es geçilmemesi gereken bir isim.

Döndür Döndür İzlet



Yaz sezonu yaklaştıka, yüksek bütçeli aksiyon filmleri vizyona konuk olmaya devam ediyor. Bu filmlerden sonuncusu da Antoine Fuqua imzalı Kod Adı: Olympus (Olympus Has Fallen).

“Mike Banning, Amerika Birleşik Devletleri'ne bağlı çalışan, özel kuvvetler biriminde görevli bir gizli güvenlik ajandır. Bir akşam Başkan ve eşi bir davete giderlerken yolda trajik bir kaza meydana gelir. Banning'in tek bir simi kurtarma şansı vardır, o da tercihini eşini feda ederek Başkan'dan yana kullanır. Olay sonrası büroda herkes doğru yaptığını söyleyerek Mike'ı desteklese de saha görevinden alınarak masa başı bir işe atanır. Fakat ABD'yi hiç hesapta olmayan büyük bir saldırı beklemektedir. İçeriden köstebeklerin yönettiği terörist bir eylemle Beyaz Saray büyük bir saldırıya ve ihanete uğrar. Başkan teröristlerce esir alınmıştır ve Pentagon'un eli kolu bağlıdır. Bu olağanüstü koşullar altında tek çareleri Mike'ın cesur ve kahramanca giriştiği kurtarma operasyonuna bağlıdır.”

Antoine Fuqua, Denzel Washington’a oscar kazandıran İlk Gün (Training Day) filmiyle hatırlanacaktır. İlk Gün, karakterleri yüzeysellikten uzak, dramatik çatışması üst düzeyde iyi kotarılmış bir aksiyon filmi. Durum böyle olunca seyircinin Kod Adı: Olympus filminden de benzer bir beklentiye girmesi kaçınılmaz. Üstüne üstlük yapım kadrosunda, Gerard Butler, Aaron Eckhart, Ashley Judd ve Morgan Freeman gibi önemli isimleri barındırıyor.

Peki beklentimiz ne zaman törpülenmeye başlıyor? Öncelikle filmin konusunu okuduğumda, izleyeceklerimizin bize tek kişilik kahramanlık öyküsünden fazlasını sunmayacağını düşünebiliriz. Kaldı ki, filmin fragmanı da düşüncemizi destekler nitelikte. Artı olarak, öykünün Beyaz Saray odaklı olması, öykü anlatıcılarının da yüksek maaşlı Hollywood sinemacılarından ibaretliği bizi Amerikan milliyetçiliği hususunda uyarıyor.

Nitekim sinemadan çıktıktan sonra, Fuqua’nın efektlerle şişirilmiş, yıldızlarla donatılmış, ipe sapa gelmez Amerikan propogandalarını çocukça öyküsüne yediren bir film çektiği hissine kapılıyoruz. Hemen her karesiyle göz boyamaktan öteye gidemeyen, pişirilip pişirilip önümüze konulan anlık detaylarıyla.

Öncelikle, Kod Adı: Olympus tamamen klişeler üzerine kurulu. Saniye saniye tahmin edilebiliyor. İzlerken sıkılmamamız, filmin yüksek temposuna, kan ter gözyaşı sömürüsüne bağlı. Fuqua’da bunun farkında olmalı ki açılış sekansı bittikten birkaç dakika sonra aksiyon fırtınasını başlatıyor. Birçok mantık hatasını da beraberinde getiren sahneler art arda perdeye yansıyor. 

Senaryonun aksamalarını, imkansızlıklarını, mantıksal hatalarını bir yana bırakalım. Başı sonu hatta ortası belli, seyirciye asla pay bırakmayan bir film karşımızdaki. Eğlence sektörünün mihenk taşı olabilecek derecede içi boş. Salt efekt ve propoganda saldırısı.

Amerikan sinemasının çokça kullandığı yüzeysel ancak etkili olabilecek bir sinema hamlesi Kod Adı: Olympus. Seyrettiklerimiz yine mağdur Amerika’yı, kurtarıcı Amerika’yı, Amerika ile diğerlerini anlatıyor. Kendi kurtarıcısı kendisi olan bir mit onlarınkisi. Hem mağdur, hem kurtarıcı rolleri. Hollywood böyle bir mite sarılmaktan keyif almakta. Keyfi bir yana, çıkarlarına en uygunu da bu.

Yazımı filmden alıntıladığım birkaç replikle sonlandırıyorum. Zamanınızı daha nitelikli sinemasal dünyalarla geçirmeniz dileğiyle.

"Ortadoğu Beyaz Saray'a saldırıldığı için bayram yapıyor."

"Güney Kore'yi kaybettik. (Bir ABD yetkilisi)"




21 Mayıs 2013 Salı

Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis


Yine aklın tüy kadar hafiflediği bir Philip K. Dick vakası ile karşı karşıyayız. Tamamen polis devleti haline gelen Amerika'da, kendisini resmi olarak hiç varolmamış biçimde bulan eski şöhretli bir şarkıcı anlatının odak noktası. Kimse onu hatırlamamaktadır. Üstelik genetik olarak geliştirilmiş, diğer insanlardan farklı özelliklere sahip olmasına rağmen. 

Henüz ortalarındayım kitabın. Dick'in en iyilerinden olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Polis, öğrenci çatışmalarına açtığı pencere de dahil.


Si Puo Fare

"Filmde, ruh sağlıkları hastanede kalmayı gerektirecek kadar kötü, toplum içinde normal yaşamlarını sürdürebilecek kadar iyi olmayan delilerin öyküsü anlatılıyor. Kimileri sevgisizlikten, kimileri sevgi adına yapılan ruhsal baskıdan akıl sağlığını yitirmiş bu insanlar, 80'lerde Basaglia yasası gereğince hastaneden taburcu olduktan sonra, doktor gözetiminde ilaç tedavilerinin devam etmesi koşuluyla sosyal üretim kooperatiflerinde çalıştırılarak gözetim altında tutulurlar. 
Sevgilisi tarafından terk edildiği dönemde, sahip olunan değerlerle piyasa ekonomisi içinde yer almak gerektiğini savunan solcu Nello bu görüşleri nedeniyle sendikadan uzaklaştırılarak bu kooperatiflerden birinde çalışmak için görevlendirilir."


Nihayet izleyebildim. Kesinlikle keyifle izlenen bir film "Si Puo Fare". Gerek tematik, gerek metinsel dönüşleri, gerekse anlatım tonu ile "Guguk Kuşu" na benzetilmesi de pekala normal. Ancak benzetmeleri bir kenara bırakalım. "Si Puo Fare" sistem eleştirisiyle, karakterleriyle, kolaylıkla izlenebilen süresiyle izlenmeli. Deliliğin, akıllı insanların icadı olması---


Talan

"kuşbakışı özgürlükler
ufak, ufacık
karınca kadar"

kapalı gişe oynayan kara film

"Kareli Masa Örtüsünün Bitmeyen Yalnızlığı"

ana karakteri
boşluk koleksiyoneri

oysa boşluk
ancak kağıttan gemilere sığar

göğsüne şehir dikili insan
durmadan alabora

( önce gözlerinle sökeceksin şehri
göğsün kızıl nar çiçeği
sonra şiire bulanan ellerin
yamayacak sökülen yeri)

zaman mühürlü köprüleri düşün
düşün ejder bakışlı sokak lambalarını
gerçeküstücülükten nasibini almamış
iskambil evleri
müebbet yemiş çıkmaz sokakları
...
düşün nicesini

ve anla ki

ne varsa aldılar
ne yoksa 
onu da bırakmadılar

19 Mayıs 2013 Pazar

Şiddetin Mitolojisi - Veysel Atayman


Şiddetin Mitolojisi okunması gereken sinemasal bir derleme. Sergio Leone, Martın Scorsese, Oliver Stone,Stanley Kubrick, David Lynch, Q. Tarantino... Hepsine dair ayrı bölümler mevcut. Sosyolojik, psikolojik, felsefi bir sinemasal inceleme. Zorlayıcı dili, okuyucudan belirli bir beklentisi olması dezavantajı. Fakat yine de sırf Lynch ve Kubrick bölümleri için bile okunmaya değer. Bahsi geçen filmleri izledikten sonra, kitabı okumak sanırım daha sağlıklı.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Kitap Listesi 2

Nihayet fuarı sonlandırdım. Aslında kitap fuarının son günü yarın ama ben bugünkü listemle ceplerimi deldim geçtim...

Metin Altıok - Şiirin İlk Atlası

Sadık Hidayet - Alacakaranlık

Behçet Necatigil - Şiirler

J. Mario Simmel - Yaşamak Güzel Şey

Joseph Conrad - Karain

Anton Çehov - Kabuğuna Sinmiş Adam

Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi

Platon - Sokrates'in Savunması

Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü

16 Mayıs 2013 Perşembe

Düş Avcısı


Kaç tane renk birikti ellerimde? Morlar, kırmızılar, kirli beyazlar...
Kaç tane? Bilmiyorum.
Tereddüt etmiş miydi ruhum? Ava çıktığımda, peşlerine düştüğümde,  son imkansız saniyede... Tereddüt etmiş miydi? Sanmam.
Peki pişman mı yüreğim? Onları esaret altına almaktan, onları ölüme sürüklemekten...
Pişman mı? Asla.

Öksürüğüm artıyor. Rutubetli bir zamanın ortasındayım. Örümcek ağları sarıp sarmalıyor her yanımı. Üşüyorum. Bedenim kontrolden çıkıp titriyor ara sıra. Korkudan değil. Korkudan olamaz. Çünkü korkmuyorum!

Birazdan gelecekler evet. Demir kapıların seslerini duyacağım. Birazdan gelecekler... Prangalarım çözülecek. Hafifleyeceğim. Birazdan gelip, beni alıp götürecekler. Sırf kaderimin ipuçlarını takip ettim diye.  Varlığımın nedenini kavrayabildiğim için.

İşte, işte adım sesleri...

Evde belli belirsiz adım sesleri. Ayten anlıyor oğlunun uyandığını. Gidip küçük odaya bakıyor. Oğlan, pencereye tırmanma telaşında. Bir koşu çocuğa yardım ediyor Ayten. Kucağına alıyor onu. Dışarısı artık içerisi vaziyetinde. Sıkıldılar tabii ne vakittir. İki göz oda, mutfak, banyo arası gidip gelmekten bıktılar. Bahar da gelmiş hani. Cemrenin toprağa düşmesinin üzerinden de hayli geçmiş. İnsan böyle güzel havaları heba etmemeli. Bizi bu güzel havalar mahvetse de, yapmamalı.

Zaten Erdem de birazdan gelir. Alır onları dışarı çıkarır. Belki sahile inerler. Belki dondurma bile yerler. Çikolata, kaymak. Üzerine biraz fındık parçacığı.

Fazla beklemeyecekler...

Fazla bekleyeceğimi sanmıyorum. Yakınımdalar. Her şeyi itiraf ettikten sonra gerisi çabuk oldu. Düş avcısıyım ben. Az veya çok değil. Artı veya eksi değil. Neysem oyum. Düş avlarım. Tenhada, kalabalıkta. İnsanlar farkına bile varmaz. Üstelik avladıklarımı asla öldürmem. Onlar, diğerleri yaparlar. Katilliklerinden, cinayetlerinden bihaber.

İlk avımı düşünüyorum. En özel olanı. Boğazına sarılıp etkisiz hale getirdiğim düşe ait çığlık hala aklımda. Keyifleniyorum.

Keyifle bir çığlık koyveriyor çocuk. Erdem’i gördü pencereden. O da pek sever Erdem’i. Ya Ayten, Ayten de sever sevmesine de yakışık alır mı? Kocası iş kazasında öldüğünden beri beş yıl geçti. Sonra Erdem’i tanıdı. Tesadüfen. Zaten Ayten’e gelen mutluluklar daima tesadüf eseriydi. Planlanmış, bilinçli mutluluklara hayatında zerre yer yoktu. Böyle mutluluklara zaten inanmazdı.

Kapı çalınıyor. Ayten hafifçe kızarıyor. Çocuğu kucağından indiriyor. Bir koşu kapıya gidip, kapıyı açıyor.
Kapım açılıyor. İdama doğru gidiyorum. Prangalarımı çözüyorlar. Kollarıma girip beni sertçe, oturduğum yataktan kaldırıyorlar. Dört gardiyan etrafımda. Ölüme yol alıyorum. Ağrılı koridorlardan geçiyorum. Anlattıklarımı dinleyince nasıl da şaşırmıştı herkes. Cezam söylediklerimin yanında hafif kalmıştı.

“Nasıl?” diye sormuşlardı.

Anlatmıştım...

“Düşleri hissetmek, onlara dokunabilmek benim mucizemdi. Ancak düş kırıklığının ulaşılamayan düşlerden kaynaklandığını biliyordum. İnsanı uyutuyordu, kederlendiriyordu düş kurmak. Zarar veriyordu. Dünya kaosa sürükleniyordu. Ben de onları avlamaya başladım.

Önce onları kaçırıyordum...”

“Bu fırsat kaçmaz...” diye konuşuyordu adam.

Erdem, Ayten, Ayten’in oğlu, ellerinde dondurmalarla sahildeydiler. Erdem baktı ki çocuk, tüfeklerle, demir bilyelerle balon vuranları görünce heyecanlanıyor denemeye karar verdi.

“Üç atış iki lira, cesaret...”

Erdem cebinden iki lira çıkarıyor. Gülümsüyor Ayten’e. Ah bir evlenebilseler, rahat edecek. Milletin karanlık konuşmaları kesilecek. Çocuğa da kendi çocuğu gibi bakacak. Salih Abi’nin yadigarı ikisi de... Sevdiyse sevdi. Kaldı ki Salih Abi’ye ihanet değil yaptığı, öyle hissediyor Erdem. Çünkü ak pak seviyor. Çıkarsız, bahar yağmuru gibi seviyor.
Balonlar hüzünle duruyor.

“... Hüzünle duruyordum ölümlerinin ardında. Yas tutuyordum ya, o kadar. Hiçbir düş sonrasında vicdan muhasebesi yapmıyordum. Birazcık üzülüyordum.
Düşler renklidirler. Onları rahatça kaçırıyordum. Öldürmüyordum. Öldürmek bana göre değildi...”
İdam sehbasının önüne geliyoruz.

Erdem tüfeği omzuna yaslıyor. Ayten, çocuk heyecanlı. Ortadaki balon, tuhaf renkli olan dikkatini çekiyor. İlk defa görüyor bu rengi. İsmini bilmiyor. Ona nişan alıyor. Nefesleri tekliyor, yavaşlıyor.
Nefesim yavaşlıyor. İlmiği boynuma geçiriyorlar.

“Ben de düşleri beyaz balonlara koyuyordum. Tüm balonlar renksizdir. Sadece içindeki düşün rengini alırlar. Her şeyi tamamladıkladıktan sonra, onları sokak ortasına bırakıyordum. Balonları bulanlar ya onları satıyor, ya da tüfek atışında kullanıyorlardı. Satılan balonlar nihayetinde patlıyordu. Tüfekle vurulanların işi zaten kolaydı.”

Erdem’in eli tetiğe gidiyor. Azcık rüzgar var. İki saniye sonra bitecek.

Biraz sonra bitecek. Ölüm beni göğsüne yatıracak. Uyuyacağım.

Bir telaş başlıyor, gardiyanlar, infaz memurları hareketleniyor.

“İdamın, müebbete çevrildi.” diyorlar.

İçim kesiliyor. Boşluğa yuvarlanıyorum. İlmiği boynumdan çıkarıyorlar. Gardiyanlar eşliğinde geldiğim gibi hücreme döneceğim.

“Cemal...” diyor cezaevi müdürü.

“Aslanım yazık ki sen de bir düşmüşsün. Babanın, Eskici Ahmet Efendi’nin düşü. Hep aslan gibi bir oğlu olsun düşlermiş. Köy meydanında yanında gezdireceği. Eskiciliğe yardım edecek. Cengaver bir oğlan...”
Olamaz... Hiddetleniyorum. Ona buna saldırmaya başlıyorum.

Erdem, tetiğe asılıyor. Tuhaf renkli balon patlıyor. Birde bir...

Kalbimden bir sıcaklık yayılıyor. Gözlerim kararıyor. Sendeliyorum. Gardiyanlar üstüme çullanıyor. Onlara ihtiyaç yok aslında, ölmek üzereyim.




Dikkat Çekici: Gonca Özmen


"1982 yılında Burdur’un Tefenni ilçesinde doğdu. İlkokulu Tefenni'de, ortaokul ve lise öğrenimini Burdur Anadolu Lisesi'nde bitirdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans (2004) ve yüksek lisans (2008) eğitimini tamamladı. Halen aynı bölümde doktora öğrencisidir.
İlk şiiri Haziran 1997'de Varlık dergisinde yayımlandı. 1997'den beri şiirleri ve yazıları kitap-lık, Adam Sanat, Varlık, Yasak Meyve, Dize, Akatalpa, E, Kül, Yom Sanat, Uç gibi dergilerde yayımlanıyor.
Ocak 2009’da yayımlanmaya başlayan Palto dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır. Ç.N. (Çevirmenin Notu) adlı çeviri edebiyatı dergisinin söyleşi editörlüğünü sürdürmektedir.
Şiirleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Slovence, Romence ve Farsçaya çevrilmiştir.
Heidelberg, Hamburg, Berlin, Paris ve Slovenia’da düzenlenen uluslararası şiir festivallerine katılmıştır."

Alıntı - Vikipedi

Gonca Özmen'in Kuytumda kitabı şiir rahatlığımı, beni rahatsız ederek iyi geldi. Bir vakittir yeni keşifler peşindeydim. Tabii yollarımız şimdilerde kesişmiş olsa da Özmen epeydir şiirle haşır neşir. İyi ki de bu yolu seçmiş.

Daralma


Sokaklar gökyüzü insin diyedir aşağı
Çocuklar oynasın diye

Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine
Dertleşsin diye

Önce yüzüyle eskir evler
Yavaş yavaş kaybeder beden ısısını
Sesi yetmez olur da odalara
Bahçelere zor atar kendini
Suskunlaşır kapılar, pencereler uykulu 

...

Mürekkep Çocuk

-dokunsam
lekesi kalır-

bir büyük yataklı tren hızında; ayrılık

ben hece hece anneme ağrıdım
suya yazılıp, şiire karışarak defalarca

tuttum
eğri büğrü harflerden
çatısız eylemler kurdum

yasal öznesizdim

tuttum
asla, nerede, ne zaman suallerine
cevap vermeyen cümleler büyüttüm

devrik giden anları paylaştım
düzeltmeye yeltenmeden

ve evet
ünlemi cümle ortasına
virgülü ise hep cümle başına yerleştirdim

yıkılan kent imlası
öyle güzel, bırak yıkılsın

caddeler çarpık sevişiyordu
sokak lambaları gözetmen rolünde
duman rengi duvarlar hep içe dönük

asfaltın altında hangi kelam uyurdu

koyu siyahım
yaşatmaz insanı mendebur söz sanatları

oysa ölüm ağacından tek boş kağıt
yeterdi sözü yaşama getirmeye

yeterdi
belleyelim yetsin

Rebecca


"Genç bir kadın aşık olduğu yakışıklı Maxim De Winter'la evlendikten bir süre sonra Maxim'in eski eşi Rebecca'nın birkaç ay önce gizemli bir şekilde ölmüş olduğunu öğrenir ve kocası ile olan ilişkisinin her zaman Rebecca'nın gölgesinde kalacağını farkeder. Film boyunca adı telafuz edilmeyen kadın, aynı zamanda kendisini evin yeni kadını olarak kabul etmek istemeyen hizmetçi Mrs. Danvers'ın kıskanç ve takıntılı tavırları ile başa çıkmak zorundadır. Alfred Hitchcock'un Daphne Du Maurier'ın bir romanından uyarladığı Rebecca yönetmenin aynı zamanda ilk Amerikan yapımı filmi olma özelliğini taşıyor. 1940'ta En İyi Film dalında Akademi Ödülü'nü kazanan filmin yapımcısı David Selznick'in bir önceki filmi Rüzgar Gibi Geçti de, aynı dalda ödül sahibi olmuş ve efsaneleşmişti."



Alfred Hitchcock sineması her zaman izlerken keyif vermiştir. Ana temaları, yan temaları, yönetimi, oyunculukları, şüphesi ve gerilimiyle. Fakat "Rebecca" kadar (beğenmesine beğendim de dikkat çekici nokta bu değil) sevdiğim filmi azdır ustanın. Özellikle harika senaryosunun matematiğine bayıldığımı söyleyebilirim.
Filmi üç bölüme ayırmak mümkün. Üç bölümü de tek çatıda toplarsak bir peri masalının iyi başlayıp, masalın yıkılmaya ramak kalması, derme çatma da olsa yeniden inşa.
Birinci bölümde sıradan fakat oldukça samimi ana kadın karakterimiz yakışıklı, karizmatik, egzotik ana erkek karakterimizle karşılaşıyor. Oldukça ürpertici bir biçimde. Bu kısımlar gayet hızlı geçiyor. Hitchcock gerilimi usul usul tırmandıracağı gelişme bölümüne daha fazla zaman ayırmış giriş ve gelişmeden.
İkinci bölümde ise kadın karakterimiz bir hayaletle, bir ölüyle Rebecca ile yarışmak durumunda kalıyor. Rebecca ismi ağza gizliden gizliye alınmakta, dillendirilmiyor çok. Ancak şu bir gerçek ben ana kadın karakterin ismini duydum mu hatırlamıyorum. O hep Bayan De Winter. Asıl sorun, Rebecca'nın Bayan De Winter olarak ün yapması.
Üçüncü bölümü es geçiyorum sürprizbozana girer (ilk nerede okuduysam spoiler türkçesini teşekkürler )
Oyunculuklara bayıldım. Laurence Olivier ile Joan Fontaine'in kimyaları müthiş. Ancak şu bir gerçek Bayan Danvers en ürkütücü Hitchcock karakterlerinden birisi.
Kesinlikle izlenmeli...

  ---spoiler---
Özellikle senaryo matematiğine bayıldım. Gerçek ortaya çıktığında, cinayet bilgisi seyirciye verildiğinde senaryo sayesinde biz asla adamın yakalanmasını istemiyoruz. Aslında birini öldürdü. Cezasız kalmamlı. Fakat hem Rebecca'nın kötü karakteri, hem ikinci Bayan Winter'ın aşkı hem de yeterince çektiklerini düşünmemiz bırakın onların ayrılmasını istemeyi son sahnelerde iyice arzı endam eden, öyküye önemli hizmeti bulunan Jack Favrey'nin suçlanmasını isteriz....

---spoiler--- [^]

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Kaldırım Mevsimi

"upuzun sonsuz
tek sıra huzursuz"

kendimi kanatmayı severim en çok
kırmızı döküntü nar tanelerinde

üzerlerinde hakimiyet kuran paslı
örümcek balkonları düşlemeyeceksem
sütten kesilmiş üç beş şiir çığırtkanını
görmeyeceksem yalpalaya yalpalaya yürürken
kayıp martıların şaşkınlığı
rüzgar tutmayan balık ağlarının hüznünü
paylaşmayacaksam inadına
illa kimseye değmeden
herkese çarpa çarpa yaşayacaksam
neye yarar kaldırım mevsimi

boylu boyunca yere düşen
intihar dinletisine mi

teşhis edilemeyen
gün ölümlerine mi

tane tane gölgelenen
kent kimliğine mi

neye yarar
zift misali
kaldırım mevsimi

sunu

ak yağmurlu bir kadın ayrılacak
bulutları kararan bir adamdan

sağ ayakkabısının topuğunu kıracaksın

yağmur birikecek yüzünde
aldırmayacaksın

Kod Adı: Olympus




Beklenti, tahmin, efekt saldırısı...
Filmden beklentim neyse onu buldum. Mantık hatalarını madde madde sıralamaya gerek yok. Zaten filmden çıkınca, üzerine düşündükçe daha fazla buluyorsunuz. Yapım başı, sonu hatta ortası belli bir biçimde ilerliyor. Tahmin ettiğiniz her kare adım adım perdede arz-ı endam ediyor. Siz de Gerard Butler'ın tek kişilik ordusunu, efekt saldırılarına maruz kalarak izliyorsunuz. Antoine Fuqua, Traning Day'i çektiğinde nasıl iyi bir film bıraktıysa bize, şimdi de o denli izlenebilir fakat kofti, içi boç, eğlence sektörünün ana damarı bir film bırakıyor. Saçma Amerikan propogandalarının, süslü laflarının, kahramanlık naralarının da filme yedirilmesini katiyen garipsemedim. Hatta, suçlayıcı tavırlarını.
"Ortadoğu Beyaz Saray'a saldırıldığı için bayram yapıyor."
veya
"Güney Kore'yi kaybettik. (ABD'ye mi aitti?) " repliklerini de tuhaf bulmadım.
Film amacına ulaşmıştır neticede!!!
(Bu sene izleyeceğim Beyaz Saray işgalli iki filmden birisiymiş Kod Adı: Olympus, diğerini de Roland Emmerich çekecekmiş. Hadi bakalım...)

12 Mayıs 2013 Pazar

Kitap Listesi

Kocaeli Kitap Fuarı'nda şimdiye dek edindiklerim;

Michel Foucault - Akıl Hastalığı ve Psikoloji

John Grisham - Jüri

Stephen King - Şeffaf

Philip K. Dick - "Aksın Gözyaşlarım" Dedi Polis

Gonca Özmen - Kuytumda

Wendell Wllman - Senaryo

Nezih Meriç - Çisenti

Vüsat O'Bener - Kapan

(ve mali kriz, üstelik listem bitmedi :) )

5. Kocaeli Kitap Fuarı

Yine koştura koştura gittim. Yine büyük heyecan yaşadım. Fakat kitap fuarının pahalı olmasını yine anlamlandıramadım... Normalde yapılan indirimlerin kitap fuarında fazlasını beklemek yanlış mı? Bir insanın okuması bu denli pahalıya gelmemeli. Tamam güzel bir organizasyon kitap fuarı da kitap okuyucuyla buluşurken önünde fiyatlandırma duvarlarını kalın kalın görüyorsa neye yarar?

Bir de dipnot; harika bir Ahmet Ümit söyleşisi vardı. Sonrasında ise Ahmet Ümit'in bir güvenlik çemberinde uzaklaştırılmasına şaşırdım.

Kocaeli Kültür Kollektifi Derneği'nin düzenlediği öykü söyleşisi ise muazzamdı...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Yalos

Semra Aktunç'un yeni öykü kitabı Yalos sade, iz bırakan, rahatlıkla okunabilen metinlerden oluşuyor. Toplamda on altı öykü içeren Yalos mekanları, zamanları karakter haline getirmesiyle, insanlarla etkileşimlerine değinmesiyle de dikkat çekici.

Yalos, kırılgan bir öykü kitabı. Hep bir ümit besleyen ancak o ümidin gerçekleşmemesi, uzaklaşması üzerine kurulu çoğunlukla. Özlem, ki genellikle geçmişe, geçmişin insanına, zamanına, mekanına duyulan özlem sarıp sarmalıyor anlatıları. Birkaç öyküde geçen bazı kişi, mekan isimleri, zamansal arka plan öykülerin bütünlüğünde önemli rol oynuyor. Örneğin Sevda ismi. Okudukça Sevda'nın farklı dönemlerine şahit oluyor izlenimine kapılıyoruz. Kadıköy'ü de, Tünel'i de es geçmemek lazım. Kitapta, günümüzde geçen öyküler de mevcut, ellilerin sonları altmışların başlarını işaretleyen öyküler de. Yalnızlık, terk edilme, yabancılaşma temaları ise gayet iyi işlenmiş. Hazır mevsim üzerimize tüm aydınlığıyla dönerken harika bir öykü kitabı, sahil, bir fincan kahve keyfimize keyif katacaktır. Yalos bu anı paylaşmak için gayet samimi bir arkadaş.

Bir AVM Sloganı

İzmit semalarını öpüp kaçan alışveriş merkezlerinin birinin sloganını isim vermeden aynen aktarıyorum; "... alışveriş ve yaşam merkezi"

Yaşam merkezi? Yaşamanın eş değer tutulduğu noktayı anlayamadım. Ya da anlamak istemedim diyelim.

AVM Sayısı Müze Sayısını Geçince!

"Paris’i Paris yapan daha doğrusu bir şehri şehir yapan kendini nasıl konumlandırdığı ile ilgili. Şu aralar dünya televizyonlarında dönen yeni Türkiye reklamlarına baktığınızda ‘yeni’ hiçbir şey göremiyorsunuz. Hâlâ dansözler dönüyor, havadan Aspendos gözüküyor ve güzel kızlar sıcak kumlardan serin sulara atlıyor! 

Oysa mesela %90’ı sergilenecek yer olmadığı için depolarında beklemek zorunda olan İstanbul Arkeoloji Müzesi pekâlâ turistlerin bir çekim alanına dönüşebilir. Ya da metro kazılarında neredeyse arkeolojik bir piyango olarak ortaya çıkan ‘çanak çömlekler’ iyi bir sergi alanı ile pekâlâ cazibe merkezine dönüşebilir. Nitekim dünya ülkeleri de bu dönüşümün farkındalar. Mesela ABD’de 17.500 müze var. Onu 6501 müze ile Almanya takip ediyor, İngiltere’de 1850 tane varken Türkiye’deki müze sayısı kaç dersiniz? 

Sadece 295! 

Peki Türkiye’de kaç tane AVM var dersiniz? 

Şimdilik 347. Bunların 94 tanesi yenilerinin yapılması planlanan İstanbul’da… 

Lafı getireceğim yeri sanırım anladınız. .."

(Radikal-07.05.2013 alıntı: Cüneyt Özdemir; yazının tamamı http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cuneyt_ozdemir/avm_sayisi_muze_sayisini_gecince-1132448)

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Dogon Efsanesi

"Dogon kabilesi Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü Batı'ya tanıtmış etnologMarcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyatik bir örgütlenmesi olan bu kabile, geleneklerinisözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Siriussistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.Çadırlar içinde yaşayan ve avcılıkla beslenen bu ilkel insanlar, Dünya gezegeninin hareketlerini, güneşin hareketini, jüpiterin uydularını olduğunu vs. bilmekteydiler."

Alıntı Vikipedi


National Geographic "Yıldız Kapıları" adlı belgeselinde de dikkatimi çekti. Önce Martin Mystere'nin maceralarında tanımıştım Dogonları. Hakikaten gizemli. İlkel bir kabilenin gökyüzü hakkında bu kadar bilgi sahibi olması şaşırtıcı. 

"Nommo’nun GemisiMali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir.
Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır.
Kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş Dogon geleneklerine göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, yirmi iki kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir."
Alıntı vikipedi
Yazılı, sözlü kültürün ister istemez birbirini etkilemesi, temelinde aynı konulardan bahsetmesi de güzel bir ayrıntı.  Asıl mesele bilmediklerimiz hakkında, araştırsak da, araştırmasak da dilediğimize inanabilme potansiyelimiz. Yaratıcılığı, hayal gücünü kullanma kılavuzu hepimizde mevcut. Bazılarımız bariz bir biçimde ona ket vursak da. 
(Ben de Stonhenge'in uzaya açılan kapı olduğuna inanıyorum :) )

Bir de zatıalisini pek sevmem ama Roland Emmerich'in Stargate filmi vardı. Kurt Russell'ın oynadığı.



Cesur Yeni Dünya I

"Cemaat, Özdeşlik, İstikrar"


Nihayet Aldous Huxley distopyasını bitirebildim. Kapsamlı bazı okumalarla kitaba dönmem gerek. Bu yazıda biraz yüzeysel olarak bahsedeceğim. Anlatı Ford sonrası 632 yılında geçmekte. Ford Amerikan endüstrisinin ana figürü. Romanda Tanrı yerini almış. İnsanlar sıkıştıklarında, "Fordum bizi koru...", "ah Fordum." gibi cümleler kurabiliyorlar. Ford'un böyle önem teşkil etmesinin kitabın püf noktasının ekonomi ile alakalı olduğu izlenimini uyandırıyor. "Cesur Yeni Dünya" nın can alıcı kelimesi ise "istikrar". İnsanların normal biçimde doğmadı, şişeden çıktıkları, anne, aile kavramının müstehcen sayıldığı, insanların soma adlı yan etkisiz bir uyuşturucuya kapıldıkları, sadece işlerini yaptıkları, toplumun betalara, alfalara, gamalara vb. sınıfsal ayrımlara maruz kaldığı dönemin anahtarları; "düzen, istikrar". Yapılan her eylem ürkütücü bir biçimde toplum düzeni gözetilerek gerçekleştiriliyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Nasıl çıksın? Hepsi şartlandırılmış haldeler. İlk andan itibaren istikrarı sağlamaları uykuda şartlandırılan insanlar. Çeşitli sloganlarla mekanik işleyişi tamamen özümseyen, özümseyen bireyliği katledilen kişiler...

Ayrıca herkes mutlu. Nasıl mutsuz olsunlar, yapmak istediklerini sandıkları işte çalışıyorlar "Herkes herkese aittir" mottosuyla diledikleri insanla (tabii alfa alfayla filan, doğum kontrolü de üst düzeyde) birlikte olabiliyorlar. Kimsenin umrunda değil. Ne yazık ki kitabı okusalar orada yaşamak isteyen insanlar tanıyorum. O istikrarda. Ben ise hala, kitapta geçen Vahşi gibi mutsuzluk hakkının yadsınamaz değerini ölçüyorum. Mutsuzluk yokken nasıl mutluluğu hissedebilirsin ki, gerçek mutluluğu.