Özellikle son yirmi dakikasıyla beni fetheden siyah beyaz harika. "screamin jay hawkins i put a spell on you " tekrar tekrar dinle. Jarmusch sinemayı, yolları, müziği, insanı avcunun içi gibi biliyor. Kaldı ki hepsini aynı düzlemde buluşturmak nasıl bir içsel uzlaşı ve içsel çatışmadır. Filmografisini tamamlamama az kaldı... Sonra boşluk...
27 Mayıs 2013 Pazartesi
Stranger Than Paradise
"Yeni Dünya: Macar asıllı Willie, son 10 yılını New York'ta geçirmiştir. Yani bir hayata başlamak ümidiyle ABD'ye gelen 16 yaşındaki kzini Eva Molnar, Cleveland'da yanında kalacağı halası hastaneye yattığından mecburen 10 günlüğüne Willie'de konaklar. Önce bu durumdan hiç hoşlanmayan Willie, birlikte kaldıkları süre byunca Eva'ya alışır ve kız New York'tan ayrılacağı sırada, onun da kendisi gibi, ailenin "kara koyun"larından biri olduğunu anlar. Bir yıl Sonra: At yarışı tutkunu Willie ile en yakın arkadaşı Eddie, birlikte katıldıkları poker partisinde ortaklaşa hile yapmakla suçlanınca, tüm kazançlarını toplar ve ödünç aldıkları bir arabayla, bir yıldır Cleveland'ta, sert ve inatçı Lotte Hala'nın yanında yaşamakta olan Eva'yı ziyaret etmeye karar verirler. ABD'de hayal kırıklığına uğramış olan Eva onları gördüğüne çok sevinir ama kara kışın ortasında geçirdikleri birkaç günün ardından, Willie ve Eddie sıkılıp oradan ayrılırlar. Cennet: Dönüş yolunda Eva'yı özleyen ve ceplerindei paraya güvenen Willie ile Eddie, geri döner, Eva'yı Lotte Hala'dan geçici bir süre için ödünç alır ve "Cennet"te tatil yapmak üzere hep birlikte güneye, Florida'ya doğru yla çıkarlar. Yol boyunca birbirine benzer motellerde geceler ve sonunda umduklarından çok farklı bir Florida'ya ulaşırlar. Eva'ya kötü davranmaya başlayan Willie ve elinden bir şey gelmeyen Eddie, tüm paralarını tazı yarışlarında kaybedince, durumları vahim bir hal alır... "Jarmush'u 'cool', minimalist ve ilginç bir yönetmen olarak ortaya çıkarıp tanıtan yapıt." Time Out "Ait olduğu türün belirlenmesi, akla yatkın bir biçimde tanımlanması kadar güç, son derece komik bir film." LA Times"
Şiirin İlk Atlası
İşte şairin henüz ş olmuşlarının ve şiir yolunda daha çok yol katetmesi gerekenlerin başucu kitabı. Altıok'un şiir, şair hakkındaki yazıları bulunuyor kitapta. Bir nevi şiir, şair sorgusu. Okuyucuya bu konularda yeni pencereler açıyor. Ayrıca, Altıok'un gazete yazılarından bazıları da mevcut. Onun bizden tek beklediği ise, kitabın önsözünde değindiği şekliyle, şiir hakkındaki önyargılarımızı bir kenara atarak kitapla buluşmak.
Karanlık Melodiler
pas tutan yağmur balkon demirlerinde
kirli tırnaklı
şiirleri çapaklı
sabahlar
bakışları mor
sürreal
yağlı boya akşamlar
rüzgar asılır mandallarla
sabah akşam
tetanos balkonlarına
ellerime tıpatıp benzemeyen eller
kiralık evlerin loş ıssızlığında çiçek veren
kuytu menekşeler
rutubetli duvarlara tebeşirle çizilen
faili meçhul şair izleri
dudaklarıma sinmiş
şarap kokulu
hayli cinnet bir kelime eskisi
sustun
dinliyorum
balkondan sarkmış aşağıya
kirli tırnaklı
şiirleri çapaklı
sabahlar
bakışları mor
sürreal
yağlı boya akşamlar
rüzgar asılır mandallarla
sabah akşam
tetanos balkonlarına
ellerime tıpatıp benzemeyen eller
kiralık evlerin loş ıssızlığında çiçek veren
kuytu menekşeler
rutubetli duvarlara tebeşirle çizilen
faili meçhul şair izleri
dudaklarıma sinmiş
şarap kokulu
hayli cinnet bir kelime eskisi
sustun
dinliyorum
balkondan sarkmış aşağıya
Mırıldandığım Öyküler
İlk Cortazar deneyimim açıkçası beni ikilemde bıraktı. Yazar, yoğun edebi metinlerin yanı sıra dile hakimiyetini de yansıtıyor. Tematik anlamda değil de belki kültür, dil anlamında Borges'i çağrıştırdı bana. Bazı öykülerini gayet beğendim. Bazılarına ise yabancı kaldım. Sevmekle sevmemek arası gelgitlerdeyim. Başka kitaplarına şans tanımalı. Yine de Cortazar es geçilmemesi gereken bir isim.
Döndür Döndür İzlet
Yaz
sezonu yaklaştıka, yüksek bütçeli aksiyon filmleri vizyona konuk olmaya devam
ediyor. Bu filmlerden sonuncusu da Antoine Fuqua imzalı Kod Adı: Olympus (Olympus Has Fallen).
“Mike Banning, Amerika Birleşik Devletleri'ne
bağlı çalışan, özel kuvvetler biriminde görevli bir gizli güvenlik ajandır. Bir
akşam Başkan ve eşi bir davete giderlerken yolda trajik bir kaza meydana gelir.
Banning'in tek bir simi kurtarma şansı vardır, o da tercihini eşini feda ederek
Başkan'dan yana kullanır. Olay sonrası büroda herkes doğru yaptığını söyleyerek
Mike'ı desteklese de saha görevinden alınarak masa başı bir işe atanır. Fakat
ABD'yi hiç hesapta olmayan büyük bir saldırı beklemektedir. İçeriden
köstebeklerin yönettiği terörist bir eylemle Beyaz Saray büyük bir saldırıya ve
ihanete uğrar. Başkan teröristlerce esir alınmıştır ve Pentagon'un eli kolu
bağlıdır. Bu olağanüstü koşullar altında tek çareleri Mike'ın cesur ve
kahramanca giriştiği kurtarma operasyonuna bağlıdır.”
Antoine Fuqua, Denzel
Washington’a oscar kazandıran İlk Gün
(Training Day) filmiyle hatırlanacaktır. İlk
Gün, karakterleri yüzeysellikten uzak, dramatik çatışması üst düzeyde iyi
kotarılmış bir aksiyon filmi. Durum böyle olunca seyircinin Kod
Adı: Olympus
filminden de benzer bir beklentiye girmesi kaçınılmaz. Üstüne üstlük yapım
kadrosunda, Gerard Butler, Aaron Eckhart,
Ashley Judd ve Morgan Freeman gibi önemli isimleri barındırıyor.
Peki beklentimiz ne zaman törpülenmeye başlıyor? Öncelikle
filmin konusunu okuduğumda, izleyeceklerimizin bize tek kişilik kahramanlık
öyküsünden fazlasını sunmayacağını düşünebiliriz. Kaldı ki, filmin fragmanı da
düşüncemizi destekler nitelikte. Artı olarak, öykünün Beyaz Saray odaklı
olması, öykü anlatıcılarının da yüksek maaşlı Hollywood sinemacılarından
ibaretliği bizi Amerikan milliyetçiliği hususunda uyarıyor.
Nitekim sinemadan çıktıktan sonra, Fuqua’nın efektlerle
şişirilmiş, yıldızlarla donatılmış, ipe sapa gelmez Amerikan propogandalarını
çocukça öyküsüne yediren bir film çektiği hissine kapılıyoruz. Hemen her
karesiyle göz boyamaktan öteye gidemeyen, pişirilip pişirilip önümüze konulan
anlık detaylarıyla.
Öncelikle, Kod Adı: Olympus tamamen klişeler üzerine kurulu.
Saniye saniye tahmin edilebiliyor. İzlerken sıkılmamamız, filmin yüksek
temposuna, kan ter gözyaşı sömürüsüne bağlı. Fuqua’da bunun farkında olmalı ki
açılış sekansı bittikten birkaç dakika sonra aksiyon fırtınasını başlatıyor. Birçok
mantık hatasını da beraberinde getiren sahneler art arda perdeye yansıyor.
Senaryonun
aksamalarını, imkansızlıklarını, mantıksal hatalarını bir yana bırakalım. Başı sonu
hatta ortası belli, seyirciye asla pay bırakmayan bir film karşımızdaki.
Eğlence sektörünün mihenk taşı olabilecek derecede içi boş. Salt efekt ve
propoganda saldırısı.
Amerikan
sinemasının çokça kullandığı yüzeysel ancak etkili olabilecek bir sinema
hamlesi Kod Adı: Olympus. Seyrettiklerimiz
yine mağdur Amerika’yı, kurtarıcı Amerika’yı, Amerika ile diğerlerini
anlatıyor. Kendi kurtarıcısı kendisi olan bir mit onlarınkisi. Hem mağdur, hem
kurtarıcı rolleri. Hollywood böyle bir mite sarılmaktan keyif almakta. Keyfi
bir yana, çıkarlarına en uygunu da bu.
Yazımı filmden
alıntıladığım birkaç replikle sonlandırıyorum. Zamanınızı daha nitelikli
sinemasal dünyalarla geçirmeniz dileğiyle.
"Ortadoğu Beyaz Saray'a saldırıldığı için bayram
yapıyor."
"Güney Kore'yi kaybettik. (Bir ABD yetkilisi)"
21 Mayıs 2013 Salı
Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis
Yine aklın tüy kadar hafiflediği bir Philip K. Dick vakası ile karşı karşıyayız. Tamamen polis devleti haline gelen Amerika'da, kendisini resmi olarak hiç varolmamış biçimde bulan eski şöhretli bir şarkıcı anlatının odak noktası. Kimse onu hatırlamamaktadır. Üstelik genetik olarak geliştirilmiş, diğer insanlardan farklı özelliklere sahip olmasına rağmen.
Henüz ortalarındayım kitabın. Dick'in en iyilerinden olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Polis, öğrenci çatışmalarına açtığı pencere de dahil.
Si Puo Fare
"Filmde, ruh sağlıkları hastanede kalmayı gerektirecek kadar kötü, toplum içinde normal yaşamlarını sürdürebilecek kadar iyi olmayan delilerin öyküsü anlatılıyor. Kimileri sevgisizlikten, kimileri sevgi adına yapılan ruhsal baskıdan akıl sağlığını yitirmiş bu insanlar, 80'lerde Basaglia yasası gereğince hastaneden taburcu olduktan sonra, doktor gözetiminde ilaç tedavilerinin devam etmesi koşuluyla sosyal üretim kooperatiflerinde çalıştırılarak gözetim altında tutulurlar.
Sevgilisi tarafından terk edildiği dönemde, sahip olunan değerlerle piyasa ekonomisi içinde yer almak gerektiğini savunan solcu Nello bu görüşleri nedeniyle sendikadan uzaklaştırılarak bu kooperatiflerden birinde çalışmak için görevlendirilir."
Sevgilisi tarafından terk edildiği dönemde, sahip olunan değerlerle piyasa ekonomisi içinde yer almak gerektiğini savunan solcu Nello bu görüşleri nedeniyle sendikadan uzaklaştırılarak bu kooperatiflerden birinde çalışmak için görevlendirilir."
Nihayet izleyebildim. Kesinlikle keyifle izlenen bir film "Si Puo Fare". Gerek tematik, gerek metinsel dönüşleri, gerekse anlatım tonu ile "Guguk Kuşu" na benzetilmesi de pekala normal. Ancak benzetmeleri bir kenara bırakalım. "Si Puo Fare" sistem eleştirisiyle, karakterleriyle, kolaylıkla izlenebilen süresiyle izlenmeli. Deliliğin, akıllı insanların icadı olması---
Talan
"kuşbakışı özgürlükler
ufak, ufacık
karınca kadar"
kapalı gişe oynayan kara film
"Kareli Masa Örtüsünün Bitmeyen Yalnızlığı"
ana karakteri
boşluk koleksiyoneri
oysa boşluk
ancak kağıttan gemilere sığar
göğsüne şehir dikili insan
durmadan alabora
( önce gözlerinle sökeceksin şehri
göğsün kızıl nar çiçeği
sonra şiire bulanan ellerin
yamayacak sökülen yeri)
zaman mühürlü köprüleri düşün
düşün ejder bakışlı sokak lambalarını
gerçeküstücülükten nasibini almamış
iskambil evleri
müebbet yemiş çıkmaz sokakları
...
düşün nicesini
ve anla ki
ne varsa aldılar
ne yoksa
onu da bırakmadılar
ufak, ufacık
karınca kadar"
kapalı gişe oynayan kara film
"Kareli Masa Örtüsünün Bitmeyen Yalnızlığı"
ana karakteri
boşluk koleksiyoneri
oysa boşluk
ancak kağıttan gemilere sığar
göğsüne şehir dikili insan
durmadan alabora
( önce gözlerinle sökeceksin şehri
göğsün kızıl nar çiçeği
sonra şiire bulanan ellerin
yamayacak sökülen yeri)
zaman mühürlü köprüleri düşün
düşün ejder bakışlı sokak lambalarını
gerçeküstücülükten nasibini almamış
iskambil evleri
müebbet yemiş çıkmaz sokakları
...
düşün nicesini
ve anla ki
ne varsa aldılar
ne yoksa
onu da bırakmadılar
19 Mayıs 2013 Pazar
Şiddetin Mitolojisi - Veysel Atayman
Şiddetin Mitolojisi okunması gereken sinemasal bir derleme. Sergio Leone, Martın Scorsese, Oliver Stone,Stanley Kubrick, David Lynch, Q. Tarantino... Hepsine dair ayrı bölümler mevcut. Sosyolojik, psikolojik, felsefi bir sinemasal inceleme. Zorlayıcı dili, okuyucudan belirli bir beklentisi olması dezavantajı. Fakat yine de sırf Lynch ve Kubrick bölümleri için bile okunmaya değer. Bahsi geçen filmleri izledikten sonra, kitabı okumak sanırım daha sağlıklı.
18 Mayıs 2013 Cumartesi
Kitap Listesi 2
Nihayet fuarı sonlandırdım. Aslında kitap fuarının son günü yarın ama ben bugünkü listemle ceplerimi deldim geçtim...
Metin Altıok - Şiirin İlk Atlası
Sadık Hidayet - Alacakaranlık
Behçet Necatigil - Şiirler
J. Mario Simmel - Yaşamak Güzel Şey
Joseph Conrad - Karain
Anton Çehov - Kabuğuna Sinmiş Adam
Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi
Platon - Sokrates'in Savunması
Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü
Metin Altıok - Şiirin İlk Atlası
Sadık Hidayet - Alacakaranlık
Behçet Necatigil - Şiirler
J. Mario Simmel - Yaşamak Güzel Şey
Joseph Conrad - Karain
Anton Çehov - Kabuğuna Sinmiş Adam
Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi
Platon - Sokrates'in Savunması
Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü
16 Mayıs 2013 Perşembe
Düş Avcısı
Kaç tane renk birikti ellerimde? Morlar, kırmızılar,
kirli beyazlar...
Kaç tane? Bilmiyorum.
Tereddüt etmiş miydi ruhum? Ava çıktığımda, peşlerine düştüğümde, son imkansız saniyede... Tereddüt etmiş miydi? Sanmam.
Peki pişman mı yüreğim? Onları esaret altına almaktan, onları ölüme sürüklemekten...
Pişman mı? Asla.
Kaç tane? Bilmiyorum.
Tereddüt etmiş miydi ruhum? Ava çıktığımda, peşlerine düştüğümde, son imkansız saniyede... Tereddüt etmiş miydi? Sanmam.
Peki pişman mı yüreğim? Onları esaret altına almaktan, onları ölüme sürüklemekten...
Pişman mı? Asla.
Öksürüğüm artıyor. Rutubetli bir zamanın
ortasındayım. Örümcek ağları sarıp sarmalıyor her yanımı. Üşüyorum. Bedenim
kontrolden çıkıp titriyor ara sıra. Korkudan değil. Korkudan olamaz. Çünkü
korkmuyorum!
Birazdan gelecekler evet. Demir kapıların seslerini
duyacağım. Birazdan gelecekler... Prangalarım çözülecek. Hafifleyeceğim.
Birazdan gelip, beni alıp götürecekler. Sırf kaderimin ipuçlarını takip ettim diye. Varlığımın nedenini kavrayabildiğim için.
İşte, işte adım sesleri...
Evde belli belirsiz adım sesleri. Ayten anlıyor
oğlunun uyandığını. Gidip küçük odaya bakıyor. Oğlan, pencereye tırmanma
telaşında. Bir koşu çocuğa yardım ediyor Ayten. Kucağına alıyor onu. Dışarısı
artık içerisi vaziyetinde. Sıkıldılar tabii ne vakittir. İki göz oda, mutfak,
banyo arası gidip gelmekten bıktılar. Bahar da gelmiş hani. Cemrenin toprağa
düşmesinin üzerinden de hayli geçmiş. İnsan böyle güzel havaları heba etmemeli.
Bizi bu güzel havalar mahvetse de, yapmamalı.
Zaten Erdem de birazdan gelir. Alır onları dışarı
çıkarır. Belki sahile inerler. Belki dondurma bile yerler. Çikolata, kaymak.
Üzerine biraz fındık parçacığı.
Fazla beklemeyecekler...
Fazla bekleyeceğimi sanmıyorum. Yakınımdalar. Her
şeyi itiraf ettikten sonra gerisi çabuk oldu. Düş avcısıyım ben. Az veya çok
değil. Artı veya eksi değil. Neysem oyum. Düş avlarım. Tenhada, kalabalıkta.
İnsanlar farkına bile varmaz. Üstelik avladıklarımı asla öldürmem. Onlar, diğerleri
yaparlar. Katilliklerinden, cinayetlerinden bihaber.
İlk avımı düşünüyorum. En özel olanı. Boğazına
sarılıp etkisiz hale getirdiğim düşe ait çığlık hala aklımda. Keyifleniyorum.
Keyifle bir çığlık koyveriyor çocuk. Erdem’i gördü
pencereden. O da pek sever Erdem’i. Ya Ayten, Ayten de sever sevmesine de
yakışık alır mı? Kocası iş kazasında öldüğünden beri beş yıl geçti. Sonra
Erdem’i tanıdı. Tesadüfen. Zaten Ayten’e gelen mutluluklar daima tesadüf
eseriydi. Planlanmış, bilinçli mutluluklara hayatında zerre yer yoktu. Böyle
mutluluklara zaten inanmazdı.
Kapı çalınıyor. Ayten hafifçe kızarıyor. Çocuğu kucağından
indiriyor. Bir koşu kapıya gidip, kapıyı açıyor.
Kapım açılıyor. İdama doğru gidiyorum. Prangalarımı
çözüyorlar. Kollarıma girip beni sertçe, oturduğum yataktan kaldırıyorlar. Dört
gardiyan etrafımda. Ölüme yol alıyorum. Ağrılı koridorlardan geçiyorum.
Anlattıklarımı dinleyince nasıl da şaşırmıştı herkes. Cezam söylediklerimin
yanında hafif kalmıştı.
“Nasıl?” diye sormuşlardı.
Anlatmıştım...
“Düşleri hissetmek, onlara dokunabilmek benim
mucizemdi. Ancak düş kırıklığının ulaşılamayan düşlerden kaynaklandığını
biliyordum. İnsanı uyutuyordu, kederlendiriyordu düş kurmak. Zarar veriyordu.
Dünya kaosa sürükleniyordu. Ben de onları avlamaya başladım.
Önce onları kaçırıyordum...”
“Bu fırsat kaçmaz...” diye konuşuyordu adam.
Erdem, Ayten, Ayten’in oğlu, ellerinde dondurmalarla
sahildeydiler. Erdem baktı ki çocuk, tüfeklerle, demir bilyelerle balon
vuranları görünce heyecanlanıyor denemeye karar verdi.
“Üç atış iki lira, cesaret...”
Erdem cebinden iki lira çıkarıyor. Gülümsüyor
Ayten’e. Ah bir evlenebilseler, rahat edecek. Milletin karanlık konuşmaları
kesilecek. Çocuğa da kendi çocuğu gibi bakacak. Salih Abi’nin yadigarı ikisi
de... Sevdiyse sevdi. Kaldı ki Salih Abi’ye ihanet değil yaptığı, öyle
hissediyor Erdem. Çünkü ak pak seviyor. Çıkarsız, bahar yağmuru gibi seviyor.
Balonlar hüzünle duruyor.
“... Hüzünle duruyordum ölümlerinin ardında. Yas
tutuyordum ya, o kadar. Hiçbir düş sonrasında vicdan muhasebesi yapmıyordum.
Birazcık üzülüyordum.
Düşler renklidirler. Onları rahatça kaçırıyordum.
Öldürmüyordum. Öldürmek bana göre değildi...”
İdam sehbasının önüne geliyoruz.
Erdem tüfeği omzuna yaslıyor. Ayten, çocuk
heyecanlı. Ortadaki balon, tuhaf renkli olan dikkatini çekiyor. İlk defa
görüyor bu rengi. İsmini bilmiyor. Ona nişan alıyor. Nefesleri tekliyor,
yavaşlıyor.
Nefesim yavaşlıyor. İlmiği boynuma geçiriyorlar.
“Ben de düşleri beyaz balonlara koyuyordum. Tüm
balonlar renksizdir. Sadece içindeki düşün rengini alırlar. Her şeyi
tamamladıkladıktan sonra, onları sokak ortasına bırakıyordum. Balonları
bulanlar ya onları satıyor, ya da tüfek atışında kullanıyorlardı. Satılan
balonlar nihayetinde patlıyordu. Tüfekle vurulanların işi zaten kolaydı.”
Erdem’in eli tetiğe gidiyor. Azcık rüzgar var. İki
saniye sonra bitecek.
Biraz sonra bitecek. Ölüm beni göğsüne yatıracak.
Uyuyacağım.
Bir telaş başlıyor, gardiyanlar, infaz memurları
hareketleniyor.
“İdamın, müebbete çevrildi.” diyorlar.
İçim kesiliyor. Boşluğa yuvarlanıyorum. İlmiği
boynumdan çıkarıyorlar. Gardiyanlar eşliğinde geldiğim gibi hücreme döneceğim.
“Cemal...” diyor cezaevi müdürü.
“Aslanım yazık ki sen de bir düşmüşsün. Babanın,
Eskici Ahmet Efendi’nin düşü. Hep aslan gibi bir oğlu olsun düşlermiş. Köy meydanında
yanında gezdireceği. Eskiciliğe yardım edecek. Cengaver bir oğlan...”
Olamaz... Hiddetleniyorum. Ona buna saldırmaya
başlıyorum.
Erdem, tetiğe asılıyor. Tuhaf renkli balon patlıyor.
Birde bir...
Kalbimden bir sıcaklık yayılıyor. Gözlerim kararıyor.
Sendeliyorum. Gardiyanlar üstüme çullanıyor. Onlara ihtiyaç yok aslında, ölmek
üzereyim.
Dikkat Çekici: Gonca Özmen
"1982 yılında Burdur’un Tefenni ilçesinde doğdu. İlkokulu Tefenni'de, ortaokul ve lise öğrenimini Burdur Anadolu Lisesi'nde bitirdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans (2004) ve yüksek lisans (2008) eğitimini tamamladı. Halen aynı bölümde doktora öğrencisidir.
İlk şiiri Haziran 1997'de Varlık dergisinde yayımlandı. 1997'den beri şiirleri ve yazıları kitap-lık, Adam Sanat, Varlık, Yasak Meyve, Dize, Akatalpa, E, Kül, Yom Sanat, Uç gibi dergilerde yayımlanıyor.
Ocak 2009’da yayımlanmaya başlayan Palto dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır. Ç.N. (Çevirmenin Notu) adlı çeviri edebiyatı dergisinin söyleşi editörlüğünü sürdürmektedir.
Şiirleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Slovence, Romence ve Farsçaya çevrilmiştir.
Heidelberg, Hamburg, Berlin, Paris ve Slovenia’da düzenlenen uluslararası şiir festivallerine katılmıştır."
Alıntı - Vikipedi
Gonca Özmen'in Kuytumda kitabı şiir rahatlığımı, beni rahatsız ederek iyi geldi. Bir vakittir yeni keşifler peşindeydim. Tabii yollarımız şimdilerde kesişmiş olsa da Özmen epeydir şiirle haşır neşir. İyi ki de bu yolu seçmiş.
Daralma
Sokaklar gökyüzü insin diyedir aşağı
Çocuklar oynasın diye
Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine
Dertleşsin diye
Önce yüzüyle eskir evler
Yavaş yavaş kaybeder beden ısısını
Sesi yetmez olur da odalara
Bahçelere zor atar kendini
Suskunlaşır kapılar, pencereler uykulu
Çocuklar oynasın diye
Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine
Dertleşsin diye
Önce yüzüyle eskir evler
Yavaş yavaş kaybeder beden ısısını
Sesi yetmez olur da odalara
Bahçelere zor atar kendini
Suskunlaşır kapılar, pencereler uykulu
...
Mürekkep Çocuk
-dokunsam
lekesi kalır-
bir büyük yataklı tren hızında; ayrılık
ben hece hece anneme ağrıdım
suya yazılıp, şiire karışarak defalarca
tuttum
eğri büğrü harflerden
çatısız eylemler kurdum
yasal öznesizdim
tuttum
asla, nerede, ne zaman suallerine
cevap vermeyen cümleler büyüttüm
devrik giden anları paylaştım
düzeltmeye yeltenmeden
ve evet
ünlemi cümle ortasına
virgülü ise hep cümle başına yerleştirdim
yıkılan kent imlası
öyle güzel, bırak yıkılsın
caddeler çarpık sevişiyordu
sokak lambaları gözetmen rolünde
duman rengi duvarlar hep içe dönük
asfaltın altında hangi kelam uyurdu
koyu siyahım
yaşatmaz insanı mendebur söz sanatları
oysa ölüm ağacından tek boş kağıt
yeterdi sözü yaşama getirmeye
yeterdi
belleyelim yetsin
lekesi kalır-
bir büyük yataklı tren hızında; ayrılık
ben hece hece anneme ağrıdım
suya yazılıp, şiire karışarak defalarca
tuttum
eğri büğrü harflerden
çatısız eylemler kurdum
yasal öznesizdim
tuttum
asla, nerede, ne zaman suallerine
cevap vermeyen cümleler büyüttüm
devrik giden anları paylaştım
düzeltmeye yeltenmeden
ve evet
ünlemi cümle ortasına
virgülü ise hep cümle başına yerleştirdim
yıkılan kent imlası
öyle güzel, bırak yıkılsın
caddeler çarpık sevişiyordu
sokak lambaları gözetmen rolünde
duman rengi duvarlar hep içe dönük
asfaltın altında hangi kelam uyurdu
koyu siyahım
yaşatmaz insanı mendebur söz sanatları
oysa ölüm ağacından tek boş kağıt
yeterdi sözü yaşama getirmeye
yeterdi
belleyelim yetsin
Rebecca
"Genç bir kadın aşık olduğu yakışıklı Maxim De Winter'la evlendikten bir süre sonra Maxim'in eski eşi Rebecca'nın birkaç ay önce gizemli bir şekilde ölmüş olduğunu öğrenir ve kocası ile olan ilişkisinin her zaman Rebecca'nın gölgesinde kalacağını farkeder. Film boyunca adı telafuz edilmeyen kadın, aynı zamanda kendisini evin yeni kadını olarak kabul etmek istemeyen hizmetçi Mrs. Danvers'ın kıskanç ve takıntılı tavırları ile başa çıkmak zorundadır. Alfred Hitchcock'un Daphne Du Maurier'ın bir romanından uyarladığı Rebecca yönetmenin aynı zamanda ilk Amerikan yapımı filmi olma özelliğini taşıyor. 1940'ta En İyi Film dalında Akademi Ödülü'nü kazanan filmin yapımcısı David Selznick'in bir önceki filmi Rüzgar Gibi Geçti de, aynı dalda ödül sahibi olmuş ve efsaneleşmişti."
Alfred Hitchcock sineması her zaman izlerken keyif vermiştir. Ana temaları, yan temaları, yönetimi, oyunculukları, şüphesi ve gerilimiyle. Fakat "Rebecca" kadar (beğenmesine beğendim de dikkat çekici nokta bu değil) sevdiğim filmi azdır ustanın. Özellikle harika senaryosunun matematiğine bayıldığımı söyleyebilirim.
Filmi üç bölüme ayırmak mümkün. Üç bölümü de tek çatıda toplarsak bir peri masalının iyi başlayıp, masalın yıkılmaya ramak kalması, derme çatma da olsa yeniden inşa.
Birinci bölümde sıradan fakat oldukça samimi ana kadın karakterimiz yakışıklı, karizmatik, egzotik ana erkek karakterimizle karşılaşıyor. Oldukça ürpertici bir biçimde. Bu kısımlar gayet hızlı geçiyor. Hitchcock gerilimi usul usul tırmandıracağı gelişme bölümüne daha fazla zaman ayırmış giriş ve gelişmeden.
İkinci bölümde ise kadın karakterimiz bir hayaletle, bir ölüyle Rebecca ile yarışmak durumunda kalıyor. Rebecca ismi ağza gizliden gizliye alınmakta, dillendirilmiyor çok. Ancak şu bir gerçek ben ana kadın karakterin ismini duydum mu hatırlamıyorum. O hep Bayan De Winter. Asıl sorun, Rebecca'nın Bayan De Winter olarak ün yapması.
Üçüncü bölümü es geçiyorum sürprizbozana girer (ilk nerede okuduysam spoiler türkçesini teşekkürler )
Oyunculuklara bayıldım. Laurence Olivier ile Joan Fontaine'in kimyaları müthiş. Ancak şu bir gerçek Bayan Danvers en ürkütücü Hitchcock karakterlerinden birisi.
Kesinlikle izlenmeli...
Özellikle senaryo matematiğine bayıldım. Gerçek ortaya çıktığında, cinayet bilgisi seyirciye verildiğinde senaryo sayesinde biz asla adamın yakalanmasını istemiyoruz. Aslında birini öldürdü. Cezasız kalmamlı. Fakat hem Rebecca'nın kötü karakteri, hem ikinci Bayan Winter'ın aşkı hem de yeterince çektiklerini düşünmemiz bırakın onların ayrılmasını istemeyi son sahnelerde iyice arzı endam eden, öyküye önemli hizmeti bulunan Jack Favrey'nin suçlanmasını isteriz....
---spoiler--- [^]
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Kaldırım Mevsimi
"upuzun sonsuz
tek sıra huzursuz"
kendimi kanatmayı severim en çok
kırmızı döküntü nar tanelerinde
üzerlerinde hakimiyet kuran paslı
örümcek balkonları düşlemeyeceksem
sütten kesilmiş üç beş şiir çığırtkanını
görmeyeceksem yalpalaya yalpalaya yürürken
kayıp martıların şaşkınlığı
rüzgar tutmayan balık ağlarının hüznünü
paylaşmayacaksam inadına
illa kimseye değmeden
herkese çarpa çarpa yaşayacaksam
neye yarar kaldırım mevsimi
boylu boyunca yere düşen
intihar dinletisine mi
teşhis edilemeyen
gün ölümlerine mi
tane tane gölgelenen
kent kimliğine mi
neye yarar
zift misali
kaldırım mevsimi
sunu
ak yağmurlu bir kadın ayrılacak
bulutları kararan bir adamdan
sağ ayakkabısının topuğunu kıracaksın
yağmur birikecek yüzünde
aldırmayacaksın
tek sıra huzursuz"
kendimi kanatmayı severim en çok
kırmızı döküntü nar tanelerinde
üzerlerinde hakimiyet kuran paslı
örümcek balkonları düşlemeyeceksem
sütten kesilmiş üç beş şiir çığırtkanını
görmeyeceksem yalpalaya yalpalaya yürürken
kayıp martıların şaşkınlığı
rüzgar tutmayan balık ağlarının hüznünü
paylaşmayacaksam inadına
illa kimseye değmeden
herkese çarpa çarpa yaşayacaksam
neye yarar kaldırım mevsimi
boylu boyunca yere düşen
intihar dinletisine mi
teşhis edilemeyen
gün ölümlerine mi
tane tane gölgelenen
kent kimliğine mi
neye yarar
zift misali
kaldırım mevsimi
sunu
ak yağmurlu bir kadın ayrılacak
bulutları kararan bir adamdan
sağ ayakkabısının topuğunu kıracaksın
yağmur birikecek yüzünde
aldırmayacaksın
Kod Adı: Olympus
Beklenti, tahmin, efekt saldırısı...
Filmden beklentim neyse onu buldum. Mantık hatalarını madde madde sıralamaya gerek yok. Zaten filmden çıkınca, üzerine düşündükçe daha fazla buluyorsunuz. Yapım başı, sonu hatta ortası belli bir biçimde ilerliyor. Tahmin ettiğiniz her kare adım adım perdede arz-ı endam ediyor. Siz de Gerard Butler'ın tek kişilik ordusunu, efekt saldırılarına maruz kalarak izliyorsunuz. Antoine Fuqua, Traning Day'i çektiğinde nasıl iyi bir film bıraktıysa bize, şimdi de o denli izlenebilir fakat kofti, içi boç, eğlence sektörünün ana damarı bir film bırakıyor. Saçma Amerikan propogandalarının, süslü laflarının, kahramanlık naralarının da filme yedirilmesini katiyen garipsemedim. Hatta, suçlayıcı tavırlarını.
"Ortadoğu Beyaz Saray'a saldırıldığı için bayram yapıyor."
veya
"Güney Kore'yi kaybettik. (ABD'ye mi aitti?) " repliklerini de tuhaf bulmadım.
Film amacına ulaşmıştır neticede!!!
(Bu sene izleyeceğim Beyaz Saray işgalli iki filmden birisiymiş Kod Adı: Olympus, diğerini de Roland Emmerich çekecekmiş. Hadi bakalım...)
12 Mayıs 2013 Pazar
Kitap Listesi
Kocaeli Kitap Fuarı'nda şimdiye dek edindiklerim;
Michel Foucault - Akıl Hastalığı ve Psikoloji
John Grisham - Jüri
Stephen King - Şeffaf
Philip K. Dick - "Aksın Gözyaşlarım" Dedi Polis
Gonca Özmen - Kuytumda
Wendell Wllman - Senaryo
Nezih Meriç - Çisenti
Vüsat O'Bener - Kapan
(ve mali kriz, üstelik listem bitmedi :) )
Michel Foucault - Akıl Hastalığı ve Psikoloji
John Grisham - Jüri
Stephen King - Şeffaf
Philip K. Dick - "Aksın Gözyaşlarım" Dedi Polis
Gonca Özmen - Kuytumda
Wendell Wllman - Senaryo
Nezih Meriç - Çisenti
Vüsat O'Bener - Kapan
(ve mali kriz, üstelik listem bitmedi :) )
5. Kocaeli Kitap Fuarı
Yine koştura koştura gittim. Yine büyük heyecan yaşadım. Fakat kitap fuarının pahalı olmasını yine anlamlandıramadım... Normalde yapılan indirimlerin kitap fuarında fazlasını beklemek yanlış mı? Bir insanın okuması bu denli pahalıya gelmemeli. Tamam güzel bir organizasyon kitap fuarı da kitap okuyucuyla buluşurken önünde fiyatlandırma duvarlarını kalın kalın görüyorsa neye yarar?
Bir de dipnot; harika bir Ahmet Ümit söyleşisi vardı. Sonrasında ise Ahmet Ümit'in bir güvenlik çemberinde uzaklaştırılmasına şaşırdım.
Kocaeli Kültür Kollektifi Derneği'nin düzenlediği öykü söyleşisi ise muazzamdı...
Bir de dipnot; harika bir Ahmet Ümit söyleşisi vardı. Sonrasında ise Ahmet Ümit'in bir güvenlik çemberinde uzaklaştırılmasına şaşırdım.
Kocaeli Kültür Kollektifi Derneği'nin düzenlediği öykü söyleşisi ise muazzamdı...
8 Mayıs 2013 Çarşamba
Yalos
Semra Aktunç'un yeni öykü kitabı Yalos sade, iz bırakan, rahatlıkla okunabilen metinlerden oluşuyor. Toplamda on altı öykü içeren Yalos mekanları, zamanları karakter haline getirmesiyle, insanlarla etkileşimlerine değinmesiyle de dikkat çekici.
Yalos, kırılgan bir öykü kitabı. Hep bir ümit besleyen ancak o ümidin gerçekleşmemesi, uzaklaşması üzerine kurulu çoğunlukla. Özlem, ki genellikle geçmişe, geçmişin insanına, zamanına, mekanına duyulan özlem sarıp sarmalıyor anlatıları. Birkaç öyküde geçen bazı kişi, mekan isimleri, zamansal arka plan öykülerin bütünlüğünde önemli rol oynuyor. Örneğin Sevda ismi. Okudukça Sevda'nın farklı dönemlerine şahit oluyor izlenimine kapılıyoruz. Kadıköy'ü de, Tünel'i de es geçmemek lazım. Kitapta, günümüzde geçen öyküler de mevcut, ellilerin sonları altmışların başlarını işaretleyen öyküler de. Yalnızlık, terk edilme, yabancılaşma temaları ise gayet iyi işlenmiş. Hazır mevsim üzerimize tüm aydınlığıyla dönerken harika bir öykü kitabı, sahil, bir fincan kahve keyfimize keyif katacaktır. Yalos bu anı paylaşmak için gayet samimi bir arkadaş.
Yalos, kırılgan bir öykü kitabı. Hep bir ümit besleyen ancak o ümidin gerçekleşmemesi, uzaklaşması üzerine kurulu çoğunlukla. Özlem, ki genellikle geçmişe, geçmişin insanına, zamanına, mekanına duyulan özlem sarıp sarmalıyor anlatıları. Birkaç öyküde geçen bazı kişi, mekan isimleri, zamansal arka plan öykülerin bütünlüğünde önemli rol oynuyor. Örneğin Sevda ismi. Okudukça Sevda'nın farklı dönemlerine şahit oluyor izlenimine kapılıyoruz. Kadıköy'ü de, Tünel'i de es geçmemek lazım. Kitapta, günümüzde geçen öyküler de mevcut, ellilerin sonları altmışların başlarını işaretleyen öyküler de. Yalnızlık, terk edilme, yabancılaşma temaları ise gayet iyi işlenmiş. Hazır mevsim üzerimize tüm aydınlığıyla dönerken harika bir öykü kitabı, sahil, bir fincan kahve keyfimize keyif katacaktır. Yalos bu anı paylaşmak için gayet samimi bir arkadaş.
Bir AVM Sloganı
İzmit semalarını öpüp kaçan alışveriş merkezlerinin birinin sloganını isim vermeden aynen aktarıyorum; "... alışveriş ve yaşam merkezi"
Yaşam merkezi? Yaşamanın eş değer tutulduğu noktayı anlayamadım. Ya da anlamak istemedim diyelim.
Yaşam merkezi? Yaşamanın eş değer tutulduğu noktayı anlayamadım. Ya da anlamak istemedim diyelim.
AVM Sayısı Müze Sayısını Geçince!
"Paris’i Paris yapan daha doğrusu bir şehri şehir yapan kendini nasıl konumlandırdığı ile ilgili. Şu aralar dünya televizyonlarında dönen yeni Türkiye reklamlarına baktığınızda ‘yeni’ hiçbir şey göremiyorsunuz. Hâlâ dansözler dönüyor, havadan Aspendos gözüküyor ve güzel kızlar sıcak kumlardan serin sulara atlıyor!
Oysa mesela %90’ı sergilenecek yer olmadığı için depolarında beklemek zorunda olan İstanbul Arkeoloji Müzesi pekâlâ turistlerin bir çekim alanına dönüşebilir. Ya da metro kazılarında neredeyse arkeolojik bir piyango olarak ortaya çıkan ‘çanak çömlekler’ iyi bir sergi alanı ile pekâlâ cazibe merkezine dönüşebilir. Nitekim dünya ülkeleri de bu dönüşümün farkındalar. Mesela ABD’de 17.500 müze var. Onu 6501 müze ile Almanya takip ediyor, İngiltere’de 1850 tane varken Türkiye’deki müze sayısı kaç dersiniz?
Sadece 295!
Peki Türkiye’de kaç tane AVM var dersiniz?
Şimdilik 347. Bunların 94 tanesi yenilerinin yapılması planlanan İstanbul’da…
Lafı getireceğim yeri sanırım anladınız. .."
Oysa mesela %90’ı sergilenecek yer olmadığı için depolarında beklemek zorunda olan İstanbul Arkeoloji Müzesi pekâlâ turistlerin bir çekim alanına dönüşebilir. Ya da metro kazılarında neredeyse arkeolojik bir piyango olarak ortaya çıkan ‘çanak çömlekler’ iyi bir sergi alanı ile pekâlâ cazibe merkezine dönüşebilir. Nitekim dünya ülkeleri de bu dönüşümün farkındalar. Mesela ABD’de 17.500 müze var. Onu 6501 müze ile Almanya takip ediyor, İngiltere’de 1850 tane varken Türkiye’deki müze sayısı kaç dersiniz?
Sadece 295!
Peki Türkiye’de kaç tane AVM var dersiniz?
Şimdilik 347. Bunların 94 tanesi yenilerinin yapılması planlanan İstanbul’da…
Lafı getireceğim yeri sanırım anladınız. .."
(Radikal-07.05.2013 alıntı: Cüneyt Özdemir; yazının tamamı http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cuneyt_ozdemir/avm_sayisi_muze_sayisini_gecince-1132448)
6 Mayıs 2013 Pazartesi
Dogon Efsanesi
"Dogon kabilesi Afrika'nın Mali cumhuriyetinde yaşar. Kabilenin nüfusu 250.000 civarındadır. Dogonlar hakkında en fazla araştırma yapmış ve Dogon kültürünü Batı'ya tanıtmış etnologMarcel Griaule'dür. Totemleri bulunan ve inisiyatik bir örgütlenmesi olan bu kabile, geleneklerinisözlü aktarım yoluyla sürdürmüştür. Tradisyonlarındaki astronomi bilgileri, özellikle Siriussistemi hakkındaki bilgileri tüm astronomları şaşırtmıştır.Çadırlar içinde yaşayan ve avcılıkla beslenen bu ilkel insanlar, Dünya gezegeninin hareketlerini, güneşin hareketini, jüpiterin uydularını olduğunu vs. bilmekteydiler."
Alıntı Vikipedi
Alıntı Vikipedi
National Geographic "Yıldız Kapıları" adlı belgeselinde de dikkatimi çekti. Önce Martin Mystere'nin maceralarında tanımıştım Dogonları. Hakikaten gizemli. İlkel bir kabilenin gökyüzü hakkında bu kadar bilgi sahibi olması şaşırtıcı.
"Nommo’nun Gemisi, Mali Cumhuriyeti’nde yaşayan Dogon yerlilerinin mitolojisinde Sirius yıldız sisteminden Dünya gezegenine “gönderilenler”i ifade eden bir terimdir.
Nommo’nun gemisi terimi, Dogon inanışında, kimi zaman Sirius sisteminden Dünya’ya gelen maddi bir uzay gemisinden söz ediliyormuş gibi, kimi zaman da manevi anlamlar içeren bir sembol olarak kullanılmaktadır.
Kuşaktan kuşağa aktarılagelmiş Dogon geleneklerine göre, bu gemi, insan soyunun birer imalat olan atalarını içermektedir. Fakat atalar gemiye insan formunda değil tohum halinde koyulmuşlardır; geminin Dünya’ya iniş yolculuğu boyunca, embriyonun, insan cenininin ana rahminde geçirdiği oluşum evrelerini andıran çeşitli dönüşüm evreleri geçirirler ve gemi yeryüzüne konduğunda gemiden insan biçimine gelmiş olarak çıkarlar. Altmış bölmeli bu gemi yalnızca ataları değil, yirmi iki kategoride sınıflanan “yaratılış unsurları”nı ve “kelâm”ı da içerir. Gemideki bölmelerde tüm varlık türleri ve “oluş usulleri” vardır; fakat bunların yalnızca bir kısmı yeryüzüne indirilmiştir, dolayısıyla insanlar yalnızca bir kısmını bilmektedir."
Alıntı vikipedi
Yazılı, sözlü kültürün ister istemez birbirini etkilemesi, temelinde aynı konulardan bahsetmesi de güzel bir ayrıntı. Asıl mesele bilmediklerimiz hakkında, araştırsak da, araştırmasak da dilediğimize inanabilme potansiyelimiz. Yaratıcılığı, hayal gücünü kullanma kılavuzu hepimizde mevcut. Bazılarımız bariz bir biçimde ona ket vursak da.
(Ben de Stonhenge'in uzaya açılan kapı olduğuna inanıyorum :) )
Bir de zatıalisini pek sevmem ama Roland Emmerich'in Stargate filmi vardı. Kurt Russell'ın oynadığı.
Cesur Yeni Dünya I
"Cemaat, Özdeşlik, İstikrar"
Nihayet Aldous Huxley distopyasını bitirebildim. Kapsamlı bazı okumalarla kitaba dönmem gerek. Bu yazıda biraz yüzeysel olarak bahsedeceğim. Anlatı Ford sonrası 632 yılında geçmekte. Ford Amerikan endüstrisinin ana figürü. Romanda Tanrı yerini almış. İnsanlar sıkıştıklarında, "Fordum bizi koru...", "ah Fordum." gibi cümleler kurabiliyorlar. Ford'un böyle önem teşkil etmesinin kitabın püf noktasının ekonomi ile alakalı olduğu izlenimini uyandırıyor. "Cesur Yeni Dünya" nın can alıcı kelimesi ise "istikrar". İnsanların normal biçimde doğmadı, şişeden çıktıkları, anne, aile kavramının müstehcen sayıldığı, insanların soma adlı yan etkisiz bir uyuşturucuya kapıldıkları, sadece işlerini yaptıkları, toplumun betalara, alfalara, gamalara vb. sınıfsal ayrımlara maruz kaldığı dönemin anahtarları; "düzen, istikrar". Yapılan her eylem ürkütücü bir biçimde toplum düzeni gözetilerek gerçekleştiriliyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Nasıl çıksın? Hepsi şartlandırılmış haldeler. İlk andan itibaren istikrarı sağlamaları uykuda şartlandırılan insanlar. Çeşitli sloganlarla mekanik işleyişi tamamen özümseyen, özümseyen bireyliği katledilen kişiler...
Ayrıca herkes mutlu. Nasıl mutsuz olsunlar, yapmak istediklerini sandıkları işte çalışıyorlar "Herkes herkese aittir" mottosuyla diledikleri insanla (tabii alfa alfayla filan, doğum kontrolü de üst düzeyde) birlikte olabiliyorlar. Kimsenin umrunda değil. Ne yazık ki kitabı okusalar orada yaşamak isteyen insanlar tanıyorum. O istikrarda. Ben ise hala, kitapta geçen Vahşi gibi mutsuzluk hakkının yadsınamaz değerini ölçüyorum. Mutsuzluk yokken nasıl mutluluğu hissedebilirsin ki, gerçek mutluluğu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)