30 Ekim 2013 Çarşamba

Bergman - Skammen


Miracolo a Milano


"Bu modern masalda, spekülatörlerin evlerinden atma tehdidiyle karşı karşıya olan bahtsızlar, meleklerin araya girmesiyle cennette ödüllerine kavuşurlar. İyi kalpli Toto ise, yerleştikleri yerde petrol bulunan Milanolu dilencilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışır..."

   Vittorio De Sica'dan masalsı, güzelliği ayrıntılarda saklı, izlemesi epey keyifli, ana karakteri Toto şen şakrak Polyanna hallerinden güç bulan bir sefalet mucizesi. De Sica dönemin İtalya'sına yönelik önemli tespitlerde bulunurken pek incelikli sahnelere de imza atar. İzlerken anladım ki bu filmi sevmemek mümkün değil gibidir fakat Milano'da Mucize tarafından bakıldığında sorup durduğum iki önemli soru ortaya çıkıyor. Birincisi; bu fakirliğin, yersiz yurtsuzluğun, neredeyse dışlanmışlığın sorumluları kimlerdir? İkincisi; zar zor geçinen insanlar için hep bir ilahi dokunuş, hep bir mucize mi beklemek gerekir? Film cevap aradığım iki sualle de ilgilenmez. Evet, bu bir tercih olabilir. Yine de açığa çıkarmadıklarıyla uyutucu bir etkiye de sahip buldum Milano'da Mucize'yi. Beğendim, sevdim orası ayrı.

Bergman - Höstsonaten


       Güz Sonatı atmosferine yüksek gerilimler ekleyen, incelikli senaryosundan, oyunculuk performanslarından güç alan, Bergman'ın tiyatro kökenli oluşuyla orta planlara, uzun planlara pay bırakan, yine Bergmanvari yüzlere odaklanan etkileyici bir film. Bir annenin çocuğunu henüz yolun başında nasıl darmaduman edebileceğine dair işaretler. Anne kız arasındaki diyaloglar, bastırılmış duyguların ortaya çıkışı, öfke patlamaları mükemmeldi. Filmin özünün ise anne kız arasındaki tabir yerindeyse piyano karşılaşmasında olduğunu düşünüyorum. Bergman'ın irdelemeyi sevdiği din, yoksunluk, kayıp, iletişimsizlik temalarına dokunan film sanırım büyük çoğunluğumuzun (tam manasıyla aynı ölçüde olmasa da) bir şekilde kendinden ufak parçalar bulabileceği filmlerden. 

CCR - Suzie Q


Tüyap Listesi

Kaçını edinebileceğim bilmiyorum ama uzun süre sonra kitap listesi yapmak iyi geldi...

Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği
Stephen King - Medyum
Ahmet Ümüt - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri
Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik, Evde Bangır Bangır Ferdi Çalıyordu
İrem Karabaş - Tanrı Mandalina Ağacına Tırmanınca
Bora Abdo - Öteki Kışın Kitabı
Yekta Kopan - Bir de Baktım Yoksun
Georges Perec - Uyuyan Adam
Cenk Gündoğdu - Issız
Hüsnü Arkan - Hiçe Doğru
Haruki Murakami - Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında
Hakan Günday - Piç
Paul Auster - New York Üçlemesi
Sergei Eisenstein - Sinema Dersleri

Sine Ergün - Bazen Hayat


Bazen Hayat, gündelik yaşam anlarından, karşılaşma ihtimalimiz yüksek sahnelerden yakaladığı ayrıntılarla söylemlerini destekleyen kısa öyküler sunuyor. Bir çırpıda okunabilecek bir kitap. Tanıdık gelen anlar. Anlatım dilini biraz daha geliştirirse Ergün önemli öykücülerimiz arasına girecektir.



21 Ekim 2013 Pazartesi

Boş Zaman


"Roman kahramanı neresi olduğunu bilmediği bir evde uyanır. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktur. Adının Harun olduğunu ve hafızasını yitirmiş bir tarih hocası olduğunu öğrenir daha sonra. Geçici olduğu söylenen bellek kaybı bir türlü geçmek bilmez ve öncesiz bir şimdiki zamanın içine hapsolan Harun, geçmişinin peşine düşerek kimliğini yeniden inşa etmek zorunda kalır."

   Boş Zaman Hakan Bıçakçı'nın kurmakta usta olduğu tekinsiz atmosferi, yabancılaşmayı güçlü detaylarla yansıtan, motiflerini hafıza problemi üzerine işleyen etkileyici bir roman. Aniden dünyaya, bir yaşama fırlatılan insanı anlatıyor biraz biraz da... Hakikaten ait olduğumuzu düşündüğümüz, bize ait olduğunu düşündüğümüz yaşamın neresindeyiz?

Di'li Geçmiş Zamanlar

üzerimize bir kent kurdular
çelik köprüler
demir kapılar
sorgusuz sualsiz sokağa fırlatıldı rüyalar
kağıt evler
karton zamanlar

adet edinildi
plastik çiçeklere su verirken
dokunmadan sevişmek

megafonlardan yükselen
karanlık ezgiler

frenleri patlamış kırmızı bisikletleri
bayır aşağı sürmek

yağmurlu bir kara filmin son sahnesi
floresan ışığı altında kesik kesik can vermek

C.E.

Butch Cassidy and the Sundance Kid


"Butch ve Sundance, Hole-in-the-Wall çetesinin liderleridir. Sundance, ekibin kas gücü, Butch ise beynidir. Sürekli yaptıkları soygunlara her gün bir yenisini ekleyen ikilinin bu özgürlükleri fazla uzun sürmeyecektir. 
Batı, artık gelişmeye ve modernleşmeye başlamıştır. Bu yeni sistem içinde böyle soygunculara da yer yoktur. Peşlerindeki ekipten kaçabilmek için Bolivya'ya gitmeye karar verirler. 
Başrollerini Paul Newman ve Robert Redford'un paylaştığı Butch Cassidy and the Sundance Kid, westernler arasında klasikleşmiş bir yapıt."

Butch Cassidy and the Sundance Kid gücünü büyük ölçüde iki usta, karizmatik aktör Paul Newman ile Robert Redford'un oyunculuk performanslarından ve aralarındaki uyumdan alan bir western. Mizahi tarafı da oldukça iyi yakalanan keyifli bir filmdi. Türe hakim bir senaristin, yönetmenin elinden çıkma izlenimi veriyor. Bolivya sahneleri, Newman'ın zekası, sevimliliği, Redford'un silahını dans ettiren silahşörlüğü akılda kalıcı. Filmin sanırım en önemli bölümü final sahnesindeki dramatik etkinin öyle güzel işlenerek gerçekçiliğinden ödün vermeden, içimizi kederlendirmeyen bir etki yaratması. O ne harika histir o... 

Holy Motors


"Devam etmeni ne sağlıyor Oscar? Cevap: Eylemin güzelliği. Bir gün içinde Paris’te dokuz ayrı karaktere bürünen bir adam. Bazıları bu filmi yılın en iyi yapımı ilan etti, başkaları ‘gözüpek ve dâhiyane’ olarak tanımladı. Oscar bir işadamı. Çok zengin ve gizemli bir adam tarafından tuhaf bir iş için görevlendiriliyor. Bir limuzinin içinde kılıktan kılığa girerek çeşitli randevulara gidecek. Bazen bir dilenci, bazen yeğenine veda eden yaşlı bir adam ya da bir cambaz olacak. Ama neden? Filmde, çok sayıda derin ve felsefi yorum yapılmasını sağlayacak malzeme var. Ama belki de hepsi sadece zevk içindir. Çünkü bir nedeni olsun ya da olmasın, bu filmi izlemek son derece büyülü ve esrarengiz bir deneyim: komik, hüzünlü, duygulu, çılgın ve gerçeküstü. Carax, sinemanın sınırlarını biçim ve içerik olarak sonuna kadar zorlayarak, sadece hikâye anlatmaya yaramadığını kanıtlıyor."

Holy Motors beğendiğim fakat sevmediğim, mesafemi koruduğum ki büyük ihtimal Carax'ın isteği doğrultusunda, bir film oldu. Yorumlarınızı okudum dostlar. Evet teknik açıdan gayet doyurucu bir filmdi, sadece teknik açıdan da değil hemen hemen hemfikir olduğumuz Denis Lavant'ın oyunculuğu. Yeşilimtrak'ın "Dedim ya rüya gibiydi. hani hastalandığnızda görebilceğiniz rüyalardan. " tespiti bana göre de film açısından doğru lakin ben hasta demek yerine dünyayı geldiği biçimiyle kabullenmeyen, nostaljiye tutkun ki bunu hastalık gibi görebilen, dünya üzerindeki önemli meselelerin çoğuna iğnesini batıran birinin, Carax'ın rüyası demek istiyorum. Bana kalırsa filmin en önemli sekansı, sonraki bölümlerde de göreceğimiz bir otel odasında Carax'ın çıkıp sinemaya, izleyicilerin arasına geçtiği sekanstı. Sinema sevgisi mi, sinemasal mesafe mi? Bilmiyorum, sizin de teorileriniz duymak isterim ama Carax Holy Motors'u gerçekliği eğip büktüğü, hatta kırdığı bir tasarım olarak yarattığını baştan belli oluyor gibi. Akordeon sahnesine ben de bayıldım ) Holy Motors'un en önemli meselesini yapaylık gibi hissettim. Ne ölçüde katılırsınız bilmiyorum. Bir de tartışmak için güzel bir mevzu olabilir, filmdeki izleyici meselesi. Limuzindeki üçüncü bir kişinin oscarla konuşmasında bahsi geçiyordu. İzleyici kim? Herkes mi, herkes bu yapaylığın farkında ancak önemsemiyor mu? Yoksa filmi izleyen bizler ve hadi biraz uçalım filmi bizimle izleyen Carax'ın bizzat kendisi mi? Ya da;
_bu işe devam etmeni sağlayan sey ne, oscar?
_beni bu işe başlatan şey rol yapmanın güzelliği.
_güzellik mi? bir söz vardır; 'güzellik görenin gözündedir.'

_peki gören kimse yoksa?

Diyalogundan fazlaca atmasyon düşünerek çıkardığım Tanrı mı? "Gören kimse yoksa", Tanrı'nın en büyük izleyicinin artık olmadığına mı işaret? Peki yapaylık, sahtelik onun olmamasıyla mı alakalı.

Filmi seçene de, artımı verene de, izlettirene de teşekkürler, sevgiler :))

Paperman



İyi gider...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Karanlığı Taramak


Philp K. Dick evreninin güçlü romanlarından. Söz ettiği uyuşturucularla yoğun bir etki bırakıyor. Hiç kimse net bir gerçekliğin motifi değil. Okuyucu dahil herkes bir sanrı içinde. Dick'in irdelemeyi epey sevdiği, varoluşsal sorunlar, kimlik karmaşası ve paranoyayı inceden inceden bize bulaştırması da cabası.

Una Pura Formalita


" Uzun zamandır yeni bir romanı yayınlanmamış ünlü yazar Onoff ( Gerard Depardieu), evinin yakınlarında işlenen bir cinayet nedeniyle karakola getirilir. Komiser Onoff'un olayla ilgisi olabileceğinden şüphelenmektedir ve bu gizemli cinayet çözülene kadar o odadan çıkış yoktur.

Özgün senaryosu, başarılı yönetimi ve komiser rolündeki Roman Polanski ve Gerard Depardieu'nun karşılıklı oyunculuk resitali, filme Cannes'da en iyi film dalında adaylığı getirmişti."

Cinema Paradiso filminin yönetmeni Giuseppe Tornatore'den yüksek etkili bir gerilim filmi. Anladığım kadarıyla yönetmen tür ayırmaksızın yoğun bir sinema sevgisiyle donanmış. Bunu bir uçta Cinema Paradiso'nun diğer uçta da Una Pura Formalita'nın durduğu filmografisinden çıkarabiliriz sanırım. 

Una pura Formalita, atmosferiyle, senaryosuyla ve tabii Gerard Depardieu, Roman Polanski ikilisinin oyunculuk performansları ile öne çıkan bir film. Büyük ölçüde tek mekanda geçmesinin yanı sıra, iyi kotarılmış tek mekan filmlerinin ortak noktalarını paylaşıyor. Özellikle açılış sahnesi, müziğiyle, ritmiyle, birincil bakış çekim tekniğiyle harikaydı. 

Durmak bilmeyen yağmur, karanlık, sık ağaçlıklı bir orman, döküntü bir karakol filmin atmosferini oldukça güçlendirmiş.

Una Pura Formalita'yı katman katman incelemek mümkün. Yazar ve onu idolleştiren okuyucusuyla arasındaki ilişki, yazarın yaratım krizi, bir cinayet zanlısı ile polis müfettişi arasındaki ilişki ve filmin en üst katmanında bulunan hafıza sorunsalı. Neticede yazar veya zanlı karakola getirilmesini sağlayan olayla, cinayetle alakalı bölük pörçük görüntü saldırıları dışında bir şey anımsamamaktadır. Neticede anımsamadığı bir eylemin öznesi olup olmadığını bilemez, böylece müfettişin beklediği itiraf da bir türlü gelmek bilmez. 

Una Pura Formalita, yönetmeni Cinema Paradiso'yla özdeşleştirenleri şaşırtabilecek nitelikte iyi bir gerilim filmi sunuyor. İzlenmeli...




Dire Straits - Calling Elvis



Moon


Duncan Jones'un ilk filmi... Açıkçası Source Code'a nazaran daha fazla beğendim. Gayet iyi bir bilimkurgu filmi. Ses ve görsel tasarımları epey titiz bir çalışmanın ürünü gibi. Sam Rockwell'in filmi sırtlayan, bir çıta yukarıya taşıyan ölçülü, tedirgin edici performansını da unutmamak gerek. Moon, sanırım gücünün büyük kısmını sakin atmosferini aniden bozan gerilim parçalarından, seviye seviye yükselttiği varoluşsal, kimliksel soru trafiğinden alıyor. Source Code ile de bu noktada ayrılıyor kanımca. Source Code soru sormaktan çok, hızlı kurgusuyla, çabucak anlatıp gideyim Hollywoodvari kalıbıyla sormadığı sorulara cevap veriyor, ortaya attıklarını ise es geçiyordu. Belki de Moon'un bağımsız havasının, alttan alta ufak da olsa irdelediği büyük sanayiler, kullanılabilir enerji kavramlarının da onu Source Code'un önüne geçmesinde etkisi vardır. Müziklerine de bir anti parentez...

Bay B.'nin Günlüğü

" 17 Kasım Salı

Yataktan çıkasım yok. Madam Eleni'ye bu aylık kirayı geciktireceğimi söylemem gerek. Nasıl bilmiyorum.

Dergiye yazdıklarımdan üç beş kuruş geçti elime. Şaraba, müziğe ve geceye yatırdım. Çulsuz, melodisiz, aydınlıktayım yine.

Salının tuhaflığını düşünüyorum. Tıpkı pazartesiye benziyor, pazarı da andırıyor fakat yine de o bir salı.

Simon'un evinin önünden geçerken zili çalıp bir köşeye saklanma fikri geldi aklıma. Şanslıysam Mathilda'yı görebilirdim. Tasarımı gerçekleştirmek şöyle dursun, evin önünden hızlı adımlarla geçtim. İflah olmaz bir korkağım.

Midem bulanıyor."

Masumiyet


Bir sohbette; "Demirkubuz Masumiyet kadar iyi bir film hala çekemedi." cümlesini duyunca yadırgamıştım. O zamanlar henüz izlememiştim Masumiyet'i. İtiraf, C Blok, Kader, Üçüncü Sayfa, Yeraltı, Kıskanmak çalışmalarını izleyebilmiştim yönetmenin. C Blok'u bir türlü sevememiştim, Kıskanmak'ı ise ne denli titiz bir dönem filmi olursa olsun, ya da Demirkubuz'un irdelemeyi sevdiği hangi unsurları bulundurursa bulundursun beklenmedik bir filmdi, alışamamıştım. Diğer filmlerde ise belki biraz biraz İtiraf'ı ve Kader'i ön plana çıkarıyordum. Masumiyet'i izleyene kadar...
Masumiyet'i seyrettiğimde, yukarıdaki cümlenin yanında yer aldım. Oyunculukların gücü, senaryonun iyiliği bir yana düşününce Demirkbuz'un sonraki tüm filmlerinin Masumiyet'ten beslendiğini, oradan başladığını ancak onun kadar yaşayan, güçlü filmler olmadıklarını düşündüm. (Hatta Dostoyevski'nin bile Masumiyet'ten çıktığını hissettim) Sanırım yönetmeni, Masumiyet ve sonrası gibi iki döneme ayırmak mümkün.
Haluk Bilginer'in tiradı, Güven Kıraç'ın sade oyunculuğu, Derya Alabora'nın çıkışları, otel, otelde izlenen filmler... Hepsi güzel bir bütünün rahatsız edici parçaları. 
Demirkubuz'un en iyisi...