7 Aralık 2013 Cumartesi

Usul Adımlarla Pinokyo

ağaçların ekim çıplaklığı kadar kimsesiz
bakış boşluğumun eksiltmeli yalnızlıkları

göz altlarım neden böyle yağmur aşınması
avuçlarım binlerce çizgi
avuçlarım neden soğumayan tütün acısı

büyük büyük gök aynalarda
ressamın ilk fırça darbesini unuttuğu yüzüm

içim efsunlu şiirlerle
kayıp şehirlerle örülü

dudaklarımda iki dize
ceviz ağacı

rüyalarımda
akrobat harfler
taklacı kelimeler
cambaz cümleler

ta
ta
takkk

ağır çekim devinimler

önce bir kış tangosu
sonra ormanların intihar uğultusu
donmuş ırmaklara yürürken
bileklerimdeki ipler düşecek

"kuklacının son gösterisi"

H.G Wells: Görünmez Adam


"Iping kasabası sakinleri onu ilk gördükleri zaman, bir pardösü giyiyor ve gözlük takıyordu tepeden tırnağa tüm vücudu bandajla sarılmıştı. Gizlediği kimliği ve garip davranışları, nedeniyle kasaba sakinleri ona sorular sorup, onun canın sıkılmasına sebep olmuştu. Önceleri, kasabalılar, onun başına korkunç bir kaza gelmiş olduğunu düşündüler. Ama gerçek, çok daha tüyler ürperticiydi.

Bu gerçek açığa çıkmaya başladığında, sadece bir tek şeyin kesinliğinden emin olmuştu kasaba halkı: Bu yabancı bir ruh hastasıydı ve çevresindeki insanlara zarar vererek huzur buluyordu. İlk baskısı 1897 yılında yapıldığında, "Görünmez Adam" HG Wells'in, insanca değerleri önemsemeyen bilimin verebileceği zararlar hakkında dünyamızı haklı uyarısı olarak kabul edildi."

Wells'in Görünmez Adam'ı üç kısımla ele alınabilir. Ana karakterinin gizemi üzerine kurulu ilk kısım, bilim, insani değerler açmazları arasındaki ikinci kısım, macera, gerilim romanlarını andıran kovalamacaları ve olay örgüsüyle üçüncü kısım. Tüm bu kısımların satır aralarında çizilen çıldırma eşikleri. Kitap yoğun bir gerilim dozundan ziyade tartışmaya açtığı problemler, dönemin İngilteresi hakkındaki tespitler ile sürükleyici anlatım tarzıyla önemli. Kitabın başında Wells'in öndeyişindeki kimi noktalar da özellikle fantastik edebiyatla alakalı söylemler kayda değer. Wells'e başlamak için epey ideal bir roman; Görünmez Adam.

Tornistan: Ayçe Kartal


Neco z Alenky


"Alıştığımız Alice hikayesindekinden farklı olan bu dünyada, korkutucu karakter ve yaratıklarla karşılaşıyoruz. Yönetmen Jan Svankmajer, sürreal öğeler kullanarak anlattığı Alice'in fantastik hikayesini bir korku masalına dönüştürüyor."

Delik deşik kuklalar, durmayan saat tik takları, ürkütücü mekan ve karakter tasarımlarıyla tedirgin eden bir büyüme yolculuğu. Alice uyarlamaları arasında sanırım en nevi şahsına münhasırı Jan Svankmajer'in Neco z Alenky'si. Alice'in hem anlatıcı hem de hikayenin ana karakteri konumunda olması ise filmde farklı boyutlar yaratmış. Etkin ve edilgen, hem her şeyi yaşayan kendi dışında gelişen bir düşsel dünyayı kateden hem de o dünyanın sorumlusu. Henüz filmin başında Alice, izleyeceklerimizin çocuklar için olduğunu, belki de öyle olmadığını belirtir. Hakikaten film bu söylemi doğrular niteliktedir. Svankmajer kesinlikle şans verilmesi, izlenmesi gereken, farklı sinemasal deneyimler sunan bir isim. Alice başlangıç için doğru tercih gibi.


2 Aralık 2013 Pazartesi

Şangır Şungur Gökyüzü

iki noktayız
üst üste
nefes nefese
açıklayacak bir öncül cümle yok

imla imha planında
öznesizliğimizle bir aradayız
hepsi bu
virgül :

sözcükleri ateşe vermek
geçiyor içimizden
ilk harflerinden başlayıp

su'yu yakmak gerek
tutup s'sinden

(okyanuslar da tutuşur mu)

kül rengine dönecek etraf
kanatları isli kelebekler göreceğiz
eski denizlerin yakınında

çok sürmeden
yakalanacağız elbet

çöplerden
pis sulardan
küfürlerden
çıkmaz sokaklardan kurduğumuz dili kuşatacaklar

sinirinden ilkin çatlayacak gökyüzü
şangır şungur kırılacak yukarımızda sonra

paramparça bulutlar
kağıttan kuşlar
devrilecek üstümüze

senin dudaklarında bir kuş kesiği
benim yanaklarımda buluttan bir yara izi

Eddie Vedder - Society


Zamyatin: Biz


"Bütünlüklü, bitmiş bir topluma karşı olan Zamyatin "Biz"de böylesi bir toplumun olumsuzluklarını anlatır. 26. yüzyılda geçen romanda insan doğadan ve kendi "ben"liğinden koparılmış, "Biz"leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur. Kişisellik yoktur... İnsanların adları değil, numaraları vardır. Saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların her dakikası devletçe belirlenmekte, denetlenmektedir. Erkek ve dişi numaralar yalnızca, izin belgeleriyle önceden belirlenmiş sevişme saatlerinde birbirlerini ziyaret ettikleri zaman perdeleri indirme hakkına sahiptiler. Zamyatin "gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından değil, ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğini" savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur."

1984, Cesur Yeni Dünya gibi önemli distopyaların öncülü Biz'i nihayet okuyabildim. Ben'in katiyetle ortadan kalktığı, çalışma saatlerinin, cinselliğin ve hemen her şeyin kati bir disiplinle, matematiğin şaşmazlığıyla düzenlendiği, sınırlandırıldığı, insanların numaralarla isimlendirildiği, tek bir devleti, tek bir toplumu işaret ediyor kitap. Bu tek toplumu, kişisel kayıtlar tutan, İntegral uzay gemisinin inşasında görevli bir mühendis üzerinden takip ediyoruz. Geleceğin otoriter güçlerini zamanımızla kıyaslayabiliyoruz böylece. Sonuç şaşırtıcı...

Fallen Art


The Squid and The Whale


"Başarılı bir akademisyen ve yazar olan Bernard’ın hayatı karısı Joan’ın kendindeki yazarlık yeteneğini keşfetmesi ile altüst olur. Kıskançlık krizleri yaşamaya başlayan çiftin boşanma kararı alması ise Berkman ailesinin genç fertleri Frank’le Walt’un hayatını altüst edecektir."

Mürekkep Balığı ve Balina mizahi tavrıyla zaman zaman Wes Anderson filmlerini andıran karakterleriyle, yazarlığa, başarıya, başarısızlığa, aile içi ilişkilere, büyüme dertlerine bakış açısıyla, müzikleriyle epey keyif aldığım bir filmdi. Kimi sahnelerde kahkalarlar gülerken, kimi sahnelerde ise tuhaf hüzünler yaşadım. Seksenlerin Brooklyn'ini dekora yerleştiren sımsıcak bir dağılma öyküsü.


13 Kasım 2013 Çarşamba

Paul Auster - Cam Kent


Her şey yanlış bir telefon numarasıyla başladı. Aranan kişi o değildi. Fakat aynı yanlışlık ertesi gece de yapıldı. Ve böylece oyun başladı. Kişi, aranan kendisi olmadığı halde, öyleymiş gibi davranırsa ne olur? Bu rastlantı onu nereye götürür? Rastlantıların onu götürdüğü yere sürüklenmeye neden razı olur? Bu soruların cevabı yok. Suda yayılan halkalar gibi birbirini izleyen olayların peşi sıra, kişinin ardına düştüğü şey, sonunda kendi hayatı, kendi geçmişi, içindeki ben, içindeki öteki olabilir.
(Arka Kapak)



Uzun zaman sonra Paul Auster okumak harikaydı. Cam Kent'i bir solukta bitirdim. Öyküsü, karakterleri iyi çizilen tipik Auster metni etkisi yaratan, Metis Yayınları'nın iyi çevirisi sayesinde anlaşılabilir seviyedeki dil oyunlarıyla renklenen güzel bir kitaptı. Milton'dan Don Kişot'a çeşitli edebi göndermeler, dur durak bilmeyen referanslarlarıyla, gizemli kurgusuyla dolu dolu 143 sayfa. New York Üçlemesi'nin ilk kitabı Cam Kent, sonraki kitaplar; Hayaletler, Kilitli Oda için de heyecan uyandırıyor.

The Vanishing


Yönetmen: George Sluizer


Birbirlerine aşık olan Saskia (Johanna ter Steege) ve Rex (Gene Bervoets) çifti, tatil yapmak amacıyla arabalarına atlayıp yola koyulurlar. Çiftimiz güle oynaya yollarına devam ederlerken Saskia Rex'e, belirli aralıklarla gördüğü ve her seferinde aynı kurgunun yaşandığı, özünde ikisinin de birbirlerine kavuşamadıklarını anlatan rüyalarından bahseder. Peşisıra patlak veren ve küçük bir anlaşmazlık sonucu yaşanan tartışma; Saskia'nın Rex' kendisini hiç bırakmaması için yemin ettirmesiyle son bulur ve dinlenmek üzere bir benzin istasyonunda mola verirler.
Saskia, kahve almak için markete gider ve geri dönmez. Ne yapacağını bilemez bir durumda olan ve belirli bir süre arabasında Saskia'yı bekledikten sonra etrafı kolaçan eden Rex, herhangi bir sonuç alamaz. Hatta müessese sahibi, Saskia'nın belki de kendi isteğiyle oradan ayrılmış olabileceğini düşünerek ortada hiçbir delil bulunmadığını ileri sürer ve polisi bile aramaya tenezzül etmez.
Rex ise böyle bir varsayıma asla inanmayacaktır...


Gözden kaçmaması gereken ufak bir sinemasal hadise... Kayboluş, çoğu gerilim filminin başvurduğu formüllere başvurmadan karakterlerini özellikle sosyopat profilini kanlı canlı gözler önüne seren, filmin finaline doğru ortaya çıkan detaylarla, ikili diyalogların iyi yazılmışlığıyla iyice yükselen, son yirmi, yirmi beş dakikası harika film. Basit bir çıkış yolundan ilk adımını atsa da pek çok önemli konuyu, ki yorumlarda da belirtildiği üzere en önemlisi kader, tartışmaya açıyor. İzlenmeli...
  ---spoiler---
Filmin sonlarında sosyopatın teklifi özellikle deneyimler hususu açısından epey irdelenebilir. Gerçeğin ne olduğu öğrenmenin, onun neler yaşadığını öğrenmenin tek yolu bu... Hakikaten karakter teklifini bir tuzak için mi yapıyordu yoksa gerçekten adamın Rex'in Saskia'nın neler yaşadığını tam manasıyla öğrenebilmesini mi istiyordu? Filmdeki kırılma noktaları da gayet iyi oluşturulmuş.

---spoiler--- [^]

5 Kasım 2013 Salı

Cam Kent


Fuardan toplamda (kardeşimle birlikte) yirmi dört kitap elde edebildik. Tabii çoğu sahaflar sayesinde. Aralarında yok yok, 2001: Bir Uzay Macerası - Arthur.C Clarke, Zargana - Hakan Günday, Bahçıvan - John Le Carre, İçeri Girmez Miydiniz - Neslihan Önderoğlu... Hepsi bir ufak tefek nevi şahsına münhasır maymun iştahlı okur olarak heyecanlanmama sebep oldu. Yine de Metis'ten edindiğim Paul Auster'ın Cam Kent'inin yeri ayrı. Uzundur Auster okumadım onun külliyatını tekrardan gözden geçirmek için güzel bahane. Özellikle Sunset Park ve Ay Sarayı'nın baştan okumak geçiyor içimden. Bakalım...

4 Kasım 2013 Pazartesi

Miller's Crossing


"1930'larda, çete savaşlarının ve mafyanın en tepede olduğu dönemlerde geçen Miller's Crossing, şehrin en önemli gangsteri olan Leo ve onun sağ kolu Tom'un çevresinde şekillenen olayları anlatır. 
Film, başka bir mafya lideri olan Johnny Caspar'ın, Leo'dan Bernie adlı bir serseriyi öldürmesi için izin istemesiyle açılır. Leo, Caspar'ın bu isteğine izin vermez. Çünkü Bernie, Leo'nun sevgilisi Verna'nın kardeşidir. Tom, her ne kadar Leo'ya bu durumun başına iş açabileceğini ve kimseye güvenmemesi gerektiğini söylese de, Leo onu dinlemez. Artık etraflarındaki aşk, ihanet, ve ölüm oyunlarının bir parçası olduklarını anlama zamanları gelmiştir. 
Coen Kardeşlerin mafya dünyasını kendilerine has tarzlarıyla ele aldıkları bu filmleri, bu dünyanın gizli saklı kalmış her bir entrikasını ele alıyor. Görüntü yönetmenliği ve John Turturro'nun muhteşem performansıyla da göz dolduran film, Coen'lerin en iyi kara filmlerinden biri olarak anılıyor."
Coenler'in ilk üçüne rahatlıkla girebilecek bir film Miller's Crossing. Detaylı senaryosu, çenebaz, ukala ana karakteri, Coenler'in hem ti'ye aldığı hem saygı gösterdiği mafya filmlerine hakimiyetleri filmin neredeyse her sahnesine sızmış. John Turturro'nun öne çıktığı oyunculuk performanslarında, Gabriel Byrne, Marcia Gay Harden, Albert Finney harikalar. İzleyici Coenler'in hangi filmini izlerse izlesin onların sinema hakimiyetleri hakkında akıl yürütmeden edemeyebilir. Evet, yaptıkları filmler kara film türüne giriyor fakat türü komediye de drama da gerilime de yedirmekte epey hünerliler. Miller's Crossing'de de bu özellikleri hissediliyor. Çatışma sahnelerindeki incelikli teknikleri, rüye sekansındaki o bilinçaltına seyirciyi de ortak etmeleri ve daha fazlası. Coen filmografisine dahil olan olmayan herkes Miller's Crossing'e şans tanımalı.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Bergman - Skammen


Miracolo a Milano


"Bu modern masalda, spekülatörlerin evlerinden atma tehdidiyle karşı karşıya olan bahtsızlar, meleklerin araya girmesiyle cennette ödüllerine kavuşurlar. İyi kalpli Toto ise, yerleştikleri yerde petrol bulunan Milanolu dilencilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışır..."

   Vittorio De Sica'dan masalsı, güzelliği ayrıntılarda saklı, izlemesi epey keyifli, ana karakteri Toto şen şakrak Polyanna hallerinden güç bulan bir sefalet mucizesi. De Sica dönemin İtalya'sına yönelik önemli tespitlerde bulunurken pek incelikli sahnelere de imza atar. İzlerken anladım ki bu filmi sevmemek mümkün değil gibidir fakat Milano'da Mucize tarafından bakıldığında sorup durduğum iki önemli soru ortaya çıkıyor. Birincisi; bu fakirliğin, yersiz yurtsuzluğun, neredeyse dışlanmışlığın sorumluları kimlerdir? İkincisi; zar zor geçinen insanlar için hep bir ilahi dokunuş, hep bir mucize mi beklemek gerekir? Film cevap aradığım iki sualle de ilgilenmez. Evet, bu bir tercih olabilir. Yine de açığa çıkarmadıklarıyla uyutucu bir etkiye de sahip buldum Milano'da Mucize'yi. Beğendim, sevdim orası ayrı.

Bergman - Höstsonaten


       Güz Sonatı atmosferine yüksek gerilimler ekleyen, incelikli senaryosundan, oyunculuk performanslarından güç alan, Bergman'ın tiyatro kökenli oluşuyla orta planlara, uzun planlara pay bırakan, yine Bergmanvari yüzlere odaklanan etkileyici bir film. Bir annenin çocuğunu henüz yolun başında nasıl darmaduman edebileceğine dair işaretler. Anne kız arasındaki diyaloglar, bastırılmış duyguların ortaya çıkışı, öfke patlamaları mükemmeldi. Filmin özünün ise anne kız arasındaki tabir yerindeyse piyano karşılaşmasında olduğunu düşünüyorum. Bergman'ın irdelemeyi sevdiği din, yoksunluk, kayıp, iletişimsizlik temalarına dokunan film sanırım büyük çoğunluğumuzun (tam manasıyla aynı ölçüde olmasa da) bir şekilde kendinden ufak parçalar bulabileceği filmlerden. 

CCR - Suzie Q


Tüyap Listesi

Kaçını edinebileceğim bilmiyorum ama uzun süre sonra kitap listesi yapmak iyi geldi...

Alper Canıgüz - Cehennem Çiçeği
Stephen King - Medyum
Ahmet Ümüt - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri
Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik, Evde Bangır Bangır Ferdi Çalıyordu
İrem Karabaş - Tanrı Mandalina Ağacına Tırmanınca
Bora Abdo - Öteki Kışın Kitabı
Yekta Kopan - Bir de Baktım Yoksun
Georges Perec - Uyuyan Adam
Cenk Gündoğdu - Issız
Hüsnü Arkan - Hiçe Doğru
Haruki Murakami - Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında
Hakan Günday - Piç
Paul Auster - New York Üçlemesi
Sergei Eisenstein - Sinema Dersleri

Sine Ergün - Bazen Hayat


Bazen Hayat, gündelik yaşam anlarından, karşılaşma ihtimalimiz yüksek sahnelerden yakaladığı ayrıntılarla söylemlerini destekleyen kısa öyküler sunuyor. Bir çırpıda okunabilecek bir kitap. Tanıdık gelen anlar. Anlatım dilini biraz daha geliştirirse Ergün önemli öykücülerimiz arasına girecektir.



21 Ekim 2013 Pazartesi

Boş Zaman


"Roman kahramanı neresi olduğunu bilmediği bir evde uyanır. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktur. Adının Harun olduğunu ve hafızasını yitirmiş bir tarih hocası olduğunu öğrenir daha sonra. Geçici olduğu söylenen bellek kaybı bir türlü geçmek bilmez ve öncesiz bir şimdiki zamanın içine hapsolan Harun, geçmişinin peşine düşerek kimliğini yeniden inşa etmek zorunda kalır."

   Boş Zaman Hakan Bıçakçı'nın kurmakta usta olduğu tekinsiz atmosferi, yabancılaşmayı güçlü detaylarla yansıtan, motiflerini hafıza problemi üzerine işleyen etkileyici bir roman. Aniden dünyaya, bir yaşama fırlatılan insanı anlatıyor biraz biraz da... Hakikaten ait olduğumuzu düşündüğümüz, bize ait olduğunu düşündüğümüz yaşamın neresindeyiz?

Di'li Geçmiş Zamanlar

üzerimize bir kent kurdular
çelik köprüler
demir kapılar
sorgusuz sualsiz sokağa fırlatıldı rüyalar
kağıt evler
karton zamanlar

adet edinildi
plastik çiçeklere su verirken
dokunmadan sevişmek

megafonlardan yükselen
karanlık ezgiler

frenleri patlamış kırmızı bisikletleri
bayır aşağı sürmek

yağmurlu bir kara filmin son sahnesi
floresan ışığı altında kesik kesik can vermek

C.E.

Butch Cassidy and the Sundance Kid


"Butch ve Sundance, Hole-in-the-Wall çetesinin liderleridir. Sundance, ekibin kas gücü, Butch ise beynidir. Sürekli yaptıkları soygunlara her gün bir yenisini ekleyen ikilinin bu özgürlükleri fazla uzun sürmeyecektir. 
Batı, artık gelişmeye ve modernleşmeye başlamıştır. Bu yeni sistem içinde böyle soygunculara da yer yoktur. Peşlerindeki ekipten kaçabilmek için Bolivya'ya gitmeye karar verirler. 
Başrollerini Paul Newman ve Robert Redford'un paylaştığı Butch Cassidy and the Sundance Kid, westernler arasında klasikleşmiş bir yapıt."

Butch Cassidy and the Sundance Kid gücünü büyük ölçüde iki usta, karizmatik aktör Paul Newman ile Robert Redford'un oyunculuk performanslarından ve aralarındaki uyumdan alan bir western. Mizahi tarafı da oldukça iyi yakalanan keyifli bir filmdi. Türe hakim bir senaristin, yönetmenin elinden çıkma izlenimi veriyor. Bolivya sahneleri, Newman'ın zekası, sevimliliği, Redford'un silahını dans ettiren silahşörlüğü akılda kalıcı. Filmin sanırım en önemli bölümü final sahnesindeki dramatik etkinin öyle güzel işlenerek gerçekçiliğinden ödün vermeden, içimizi kederlendirmeyen bir etki yaratması. O ne harika histir o... 

Holy Motors


"Devam etmeni ne sağlıyor Oscar? Cevap: Eylemin güzelliği. Bir gün içinde Paris’te dokuz ayrı karaktere bürünen bir adam. Bazıları bu filmi yılın en iyi yapımı ilan etti, başkaları ‘gözüpek ve dâhiyane’ olarak tanımladı. Oscar bir işadamı. Çok zengin ve gizemli bir adam tarafından tuhaf bir iş için görevlendiriliyor. Bir limuzinin içinde kılıktan kılığa girerek çeşitli randevulara gidecek. Bazen bir dilenci, bazen yeğenine veda eden yaşlı bir adam ya da bir cambaz olacak. Ama neden? Filmde, çok sayıda derin ve felsefi yorum yapılmasını sağlayacak malzeme var. Ama belki de hepsi sadece zevk içindir. Çünkü bir nedeni olsun ya da olmasın, bu filmi izlemek son derece büyülü ve esrarengiz bir deneyim: komik, hüzünlü, duygulu, çılgın ve gerçeküstü. Carax, sinemanın sınırlarını biçim ve içerik olarak sonuna kadar zorlayarak, sadece hikâye anlatmaya yaramadığını kanıtlıyor."

Holy Motors beğendiğim fakat sevmediğim, mesafemi koruduğum ki büyük ihtimal Carax'ın isteği doğrultusunda, bir film oldu. Yorumlarınızı okudum dostlar. Evet teknik açıdan gayet doyurucu bir filmdi, sadece teknik açıdan da değil hemen hemen hemfikir olduğumuz Denis Lavant'ın oyunculuğu. Yeşilimtrak'ın "Dedim ya rüya gibiydi. hani hastalandığnızda görebilceğiniz rüyalardan. " tespiti bana göre de film açısından doğru lakin ben hasta demek yerine dünyayı geldiği biçimiyle kabullenmeyen, nostaljiye tutkun ki bunu hastalık gibi görebilen, dünya üzerindeki önemli meselelerin çoğuna iğnesini batıran birinin, Carax'ın rüyası demek istiyorum. Bana kalırsa filmin en önemli sekansı, sonraki bölümlerde de göreceğimiz bir otel odasında Carax'ın çıkıp sinemaya, izleyicilerin arasına geçtiği sekanstı. Sinema sevgisi mi, sinemasal mesafe mi? Bilmiyorum, sizin de teorileriniz duymak isterim ama Carax Holy Motors'u gerçekliği eğip büktüğü, hatta kırdığı bir tasarım olarak yarattığını baştan belli oluyor gibi. Akordeon sahnesine ben de bayıldım ) Holy Motors'un en önemli meselesini yapaylık gibi hissettim. Ne ölçüde katılırsınız bilmiyorum. Bir de tartışmak için güzel bir mevzu olabilir, filmdeki izleyici meselesi. Limuzindeki üçüncü bir kişinin oscarla konuşmasında bahsi geçiyordu. İzleyici kim? Herkes mi, herkes bu yapaylığın farkında ancak önemsemiyor mu? Yoksa filmi izleyen bizler ve hadi biraz uçalım filmi bizimle izleyen Carax'ın bizzat kendisi mi? Ya da;
_bu işe devam etmeni sağlayan sey ne, oscar?
_beni bu işe başlatan şey rol yapmanın güzelliği.
_güzellik mi? bir söz vardır; 'güzellik görenin gözündedir.'

_peki gören kimse yoksa?

Diyalogundan fazlaca atmasyon düşünerek çıkardığım Tanrı mı? "Gören kimse yoksa", Tanrı'nın en büyük izleyicinin artık olmadığına mı işaret? Peki yapaylık, sahtelik onun olmamasıyla mı alakalı.

Filmi seçene de, artımı verene de, izlettirene de teşekkürler, sevgiler :))

Paperman



İyi gider...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Karanlığı Taramak


Philp K. Dick evreninin güçlü romanlarından. Söz ettiği uyuşturucularla yoğun bir etki bırakıyor. Hiç kimse net bir gerçekliğin motifi değil. Okuyucu dahil herkes bir sanrı içinde. Dick'in irdelemeyi epey sevdiği, varoluşsal sorunlar, kimlik karmaşası ve paranoyayı inceden inceden bize bulaştırması da cabası.

Una Pura Formalita


" Uzun zamandır yeni bir romanı yayınlanmamış ünlü yazar Onoff ( Gerard Depardieu), evinin yakınlarında işlenen bir cinayet nedeniyle karakola getirilir. Komiser Onoff'un olayla ilgisi olabileceğinden şüphelenmektedir ve bu gizemli cinayet çözülene kadar o odadan çıkış yoktur.

Özgün senaryosu, başarılı yönetimi ve komiser rolündeki Roman Polanski ve Gerard Depardieu'nun karşılıklı oyunculuk resitali, filme Cannes'da en iyi film dalında adaylığı getirmişti."

Cinema Paradiso filminin yönetmeni Giuseppe Tornatore'den yüksek etkili bir gerilim filmi. Anladığım kadarıyla yönetmen tür ayırmaksızın yoğun bir sinema sevgisiyle donanmış. Bunu bir uçta Cinema Paradiso'nun diğer uçta da Una Pura Formalita'nın durduğu filmografisinden çıkarabiliriz sanırım. 

Una pura Formalita, atmosferiyle, senaryosuyla ve tabii Gerard Depardieu, Roman Polanski ikilisinin oyunculuk performansları ile öne çıkan bir film. Büyük ölçüde tek mekanda geçmesinin yanı sıra, iyi kotarılmış tek mekan filmlerinin ortak noktalarını paylaşıyor. Özellikle açılış sahnesi, müziğiyle, ritmiyle, birincil bakış çekim tekniğiyle harikaydı. 

Durmak bilmeyen yağmur, karanlık, sık ağaçlıklı bir orman, döküntü bir karakol filmin atmosferini oldukça güçlendirmiş.

Una Pura Formalita'yı katman katman incelemek mümkün. Yazar ve onu idolleştiren okuyucusuyla arasındaki ilişki, yazarın yaratım krizi, bir cinayet zanlısı ile polis müfettişi arasındaki ilişki ve filmin en üst katmanında bulunan hafıza sorunsalı. Neticede yazar veya zanlı karakola getirilmesini sağlayan olayla, cinayetle alakalı bölük pörçük görüntü saldırıları dışında bir şey anımsamamaktadır. Neticede anımsamadığı bir eylemin öznesi olup olmadığını bilemez, böylece müfettişin beklediği itiraf da bir türlü gelmek bilmez. 

Una Pura Formalita, yönetmeni Cinema Paradiso'yla özdeşleştirenleri şaşırtabilecek nitelikte iyi bir gerilim filmi sunuyor. İzlenmeli...




Dire Straits - Calling Elvis



Moon


Duncan Jones'un ilk filmi... Açıkçası Source Code'a nazaran daha fazla beğendim. Gayet iyi bir bilimkurgu filmi. Ses ve görsel tasarımları epey titiz bir çalışmanın ürünü gibi. Sam Rockwell'in filmi sırtlayan, bir çıta yukarıya taşıyan ölçülü, tedirgin edici performansını da unutmamak gerek. Moon, sanırım gücünün büyük kısmını sakin atmosferini aniden bozan gerilim parçalarından, seviye seviye yükselttiği varoluşsal, kimliksel soru trafiğinden alıyor. Source Code ile de bu noktada ayrılıyor kanımca. Source Code soru sormaktan çok, hızlı kurgusuyla, çabucak anlatıp gideyim Hollywoodvari kalıbıyla sormadığı sorulara cevap veriyor, ortaya attıklarını ise es geçiyordu. Belki de Moon'un bağımsız havasının, alttan alta ufak da olsa irdelediği büyük sanayiler, kullanılabilir enerji kavramlarının da onu Source Code'un önüne geçmesinde etkisi vardır. Müziklerine de bir anti parentez...

Bay B.'nin Günlüğü

" 17 Kasım Salı

Yataktan çıkasım yok. Madam Eleni'ye bu aylık kirayı geciktireceğimi söylemem gerek. Nasıl bilmiyorum.

Dergiye yazdıklarımdan üç beş kuruş geçti elime. Şaraba, müziğe ve geceye yatırdım. Çulsuz, melodisiz, aydınlıktayım yine.

Salının tuhaflığını düşünüyorum. Tıpkı pazartesiye benziyor, pazarı da andırıyor fakat yine de o bir salı.

Simon'un evinin önünden geçerken zili çalıp bir köşeye saklanma fikri geldi aklıma. Şanslıysam Mathilda'yı görebilirdim. Tasarımı gerçekleştirmek şöyle dursun, evin önünden hızlı adımlarla geçtim. İflah olmaz bir korkağım.

Midem bulanıyor."

Masumiyet


Bir sohbette; "Demirkubuz Masumiyet kadar iyi bir film hala çekemedi." cümlesini duyunca yadırgamıştım. O zamanlar henüz izlememiştim Masumiyet'i. İtiraf, C Blok, Kader, Üçüncü Sayfa, Yeraltı, Kıskanmak çalışmalarını izleyebilmiştim yönetmenin. C Blok'u bir türlü sevememiştim, Kıskanmak'ı ise ne denli titiz bir dönem filmi olursa olsun, ya da Demirkubuz'un irdelemeyi sevdiği hangi unsurları bulundurursa bulundursun beklenmedik bir filmdi, alışamamıştım. Diğer filmlerde ise belki biraz biraz İtiraf'ı ve Kader'i ön plana çıkarıyordum. Masumiyet'i izleyene kadar...
Masumiyet'i seyrettiğimde, yukarıdaki cümlenin yanında yer aldım. Oyunculukların gücü, senaryonun iyiliği bir yana düşününce Demirkbuz'un sonraki tüm filmlerinin Masumiyet'ten beslendiğini, oradan başladığını ancak onun kadar yaşayan, güçlü filmler olmadıklarını düşündüm. (Hatta Dostoyevski'nin bile Masumiyet'ten çıktığını hissettim) Sanırım yönetmeni, Masumiyet ve sonrası gibi iki döneme ayırmak mümkün.
Haluk Bilginer'in tiradı, Güven Kıraç'ın sade oyunculuğu, Derya Alabora'nın çıkışları, otel, otelde izlenen filmler... Hepsi güzel bir bütünün rahatsız edici parçaları. 
Demirkubuz'un en iyisi...

23 Eylül 2013 Pazartesi

Soldier of Fortune


Üç Buçuğuncu Kattan Düşen Şairciğin Son Anları

korkuyorum
aradaki çürük merdivenlere denk geleceğim diye

Tanrım bu da oldu işte
yerçekimi kuvvetini tekrar tekrar denemek

epey lirik ve renklisin artık

saklambaç oynayan insanlar
omuzlarıma dokunan melekler
kaçışıyor gözlerinde

bak
aklıma neler gelmekte

üç kuruşluk
kir pası tutan
çalı süpürgesi yalnızlığım

upuzun masalar
domatesler
beyaz peynirler
kızarmış hamurlar

Ayla!!!
bakımsızlığından, sağanak almasından
kıyısında köşesinde
eciş bücüş otlarla
benim bittiğim Ayla

bir de

gür bıyıklı adamların
kentsel dönüşümün uğramadığı kadınları
meyhanelerde yad ederken
veya işportacıların
kendine uzun uzak gelen
tren yolculuğunda
aklından geçebilecek
biraz gayretle
hatırlanabilecek
şiirler yazamadığım

yani şair değilliğim

oysa yokuş yukarı yuvarlanmak
üç buçuğuncu kattan
asfalta çakılmak
şairlik gerektirirdi bir nebze

Sadece Lou'nun Köşedeki Yeri

Sadece Lou’nun köşedeki yeri sinek avlıyordu. Şu salı akşamları müdavimi olduğum, Kızıl Nehir Sokağı’nın (o puşt sokağın nehirle yakından uzaktan ilgisi yok, hatta oraya yağmur düştüğü bile nadirdir), Mavi Rüya Caddesi ile (rüyaların rengi hakkında uzun araştırmalar yapmama rağmen hâlâ konuyla alakalı atıp tutacak resim bilgisine sahip değilim, belki Gogh yapabilirdi, tam kulağını kestiği an) kesiştiği köşedeki virane mekandan bahsediyorum.

Aylak adamların, dudaklarına kent sürülmüş kadınların bile uğramaya tenezzül etmediği Siyam Balığı sözünü ettiğim. Hatırladınız mı? Bazılarınız hatırlamıştır. Az sonra anlatacaklarımı bilenleriniz. Diğerleri ise Siyam Balığı’nın (lanet balığın adı bir bara uygun değil, bir balığa da uygun değil. Çağrışım yapmıyor, siyah beyaz bir filmin birkaç sahnesi hariç) varlığından bile haberdar değilsiniz muhtemelen.

Sadece Lou’nun sağ yanağındaki çıban, sol omzundaki iri ben, bakışlarındaki bönlük, yürürken yaptığı sakarlıklar, ufak bir kalp kırığı, örümcek ağı örtülü bazı hatıralar, üç ayaklı taburesinin bir ayağının kırıldı kırılacak hali dışında sorunu Siyam Balığı’nın geleceğine dair vizyonsuzluğuydu. Sadece Lou’nun kafası daima şairlik veya öykücülükle meşguldü. Siyam Balığı geçici bir işti. Geçici işlere verilen ehemmiyet derecesinde ilgileniliyordu. Sadece Lou ise farkında değildi ama o sadece Sadece Lou idi. Yani, demek istediğim ne Hemingway’e benzer cesur bir isme sahipti, ne T.S Eliot misali cakalı bir kısaltmaya, ne de Sylvia Plath gibi bir intihar düşüncesine (Sadece Lou’nun aksine, ismini, cismini, göbek deliğinin yakınındaki doğum lekesinin şeklini saklı tutmam gereken bir hanım arkadaşım, otuz yaşına bastığı gün intihar edeceğini belirtmişti. Kendini metro raylarına bırakacaktı. Şimdilerde yirmi altı buçuğuncu yaşını sürdürüyor) sahipti. Sadece Lou’nun edebiyatçılığını ilerletme çabasındaki yegane dostu uzun, kahverengi, yedi cepli mevsimlik (Hangi mevsim umrumuzda mı?) pardösüsüydü bir zamanlar. Onu da ufak kalp kırığını onarırken harcamak üzere yine ufak bir ücret karşılığında rehin bırakmıştı.

O ruhsuz edebi manyak sorunlarıyla boğuşadursun, ben her salı akşamı içim acıyarak Siyam Balığı’na hayıflanıyordum. Beş masalı, arka kapısı cinnete açılan, dans pistinin parkeleri kırık dökük, iki ufak penceresi de olmasa penceresiz, havasız, loş, yorgun, küfürbaz, insana ciklet yapışkanlığında sarılabilecek bu harika mekan ölmek üzere bir yaşayan, yaşamaya çabalayan bir ölüydü. Neden kimse gelmiyordu, neden? (Tabii bendenizi, Sadece Lou’yu, Timothy’i, Mary’i, Brian King’i -yani çalışanları ben ve Siyam Balığı çalışanları- saymazsak) Aslında mekanın sorunlarını tespit etmiştim. (Yararlandığım kaynaklar: Bir Barın Kapanma Tehlikesine Karşın Güldürü Sanatı, Boris Vian’ın her eseri, Üniversite Kütüphanelerinden Kurtulup Gidilebilecek Mekanlar) Bir sigara verirseniz tespit ettiklerimi sizinle de paylaşabilirim.

Teşekkürler. Siyam Balığı üzerine konuşmak bir onurdur.

Öncelikle Siyam Balığı’nın yiyecek içecek menüsü (Menünün Yunanca kökenli olduğu üzerine teorim çürümekte) hayli zayıftı. İçecekler de tek marka bira, ucuzun ucuzu iki üç şarap çeşidi, sizi ya zombiye dönüştürecek ya da zombilerin önüne atacak bozuk votkalardan ibaretti. Yiyecekler ise soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye muhtaçtı. Kalan yiyecekler bir halta yaramazdı. Köftenin akıbeti de pek iç açıcı olmamıştı.

Soslu, kaşar dilimli, bilmem ne otlu köfteye tarif kardeşi kör bir tesisatçı olan Dokuz Buçuk Timothy (Tim’in her gece dokuz buçukta tükettiği biralara boşaltım emrini vermesinden kalma lakabı) ile yaka kartında Mary yazan, üzerimizde bıraktığı uyuşturucu etkisiyle asıl ismini Maryuana sandığımız kıza aitti.

Mary Timothy ikilisi çilekli pastayla mutluluğu buldukları ateşli bir Cumartesi gecesinin sabahında sağlam bir kavgaya (Kavga Tim’in getirdiği çilekli pastanın saatler sonra, muzlu olduğunun anlaşılmasıyla gelişmişti) tutuşmuşlardı. Tutuştukları kavga, Maryuana’nın Tim’e kafa atmasıyla (Hakikaten asabi kadındı Mary, Sadece Lou’ya bile vurmuştu) son bulmuştu. İki tarafın da beyinlerinin, hafıza bölümlerinin, köfte kısımları etkilenmiş, ortak tarif ortaklarca unutulmuştu. Kriminal Izgaracılar Derneği vakayı sivillerin elinden almıştı. Tim’in de morali çökmüştü. (Timothy’nin çöküşünün diğer nedenleri: Tim’in kardeşinin durduramadığı musluk suyunda boğulma tehlikesi atlatması. Basketbol liginde yapılan şike soruşturmasıyla bahis oynamanın yasaklanması)

Bir de Siyam Balığı sıradan, standart bir barla dahi kıyaslanamayacak düzeyde kötü müzik çalıyordu. Kötü müzik, Pandora’nın kutusundan son çıkan felakettir. Tüm berbat gidişatların sorumlusudur. (Kentlerde durum değişir, onların asıl sorunu müziksizlik) On büyük günahın on birincisidir.

Oysa ki, Sadece Lou gayret etse Brian King’le (Sağlam dostum, vurmalı trompetin, üflemeli baterinin mucidi) çalışabilirdi. King ondan sadece işe başlarken yeni bir gitar almasını rica etmişti. Prensip meselesiydi King’in ricası, yoksa parasızlıktan değil. Kaldı ki, deli adam, kısa boylu tombul siyahi, kısık gözlü, dar nefesli, geniş perdeli, çok akorlu Brian King ruhunu müziğe satmıştı. Maddi kazanç aklının ucundan geçmiyordu.

Kötü müzik, kötü yemek, kötü içki... Siyam Balığı’nın yalnızlığı Sadece Lou bir yalan otomatını dans pistinin yakınına koyana dek sürecekti.

Sadece Lou yanında büyük, ağır yüküyle bir salı sabahı erkenden Siyam Balığı’na damladı. Adeti değildi, bir terslik olmalıydı. O saatlerde asla gelmezdi Sadece Lou (Siyam Balığı’nı salıları ben açardım). Yüzündeki şairane olmayan memnuniyet ifadesiyle sırdaşını bize tanıttı.

“Bu,” dedi. “Bu kurtuluşumuz. Siyam Balığı’nı balıkların kralı yapacak şey.” heyecanlıydı Sadece Lou.
Mary’den dört çeyreklik istedi. İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.

“Seni gördüğüme sevindim,” bir kadın sesiydi konuşan (Para atan kadınsa, yalanları bir erkek sesi sıralıyordu, öğrenecektik).

İkinci çeyreklik,

“Muhteşem görünüyorsun.”

Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.
           
Denedim.
           
“İyi ki yanımdasın”
           
Harika bir histi. Kimse asla bana, iyi ki yanımdasın dememişti. Üstelik bir kadındı bunu söyleyen (annem tersini söylerdi, iyi ki yanındayım, ben olmasaydım sen şimdi...) Düpedüz yalandı, yalandı yalan olmasına ama inanıyordum söylediklerine. Samimi geliyordu. Sesi titriyordu.
           
Son çeyrekliği de Tim kullandı.
           
“Senin için çok sevindim.”

Talih perisi (Peri Anatomisi isimli tıp kitabını siparişini verdim) yukarıda vurulup Siyam Balığı’na düşmüştü.
Sadece Lou gündelik dilden, günlük yaşamdan alıntı beş bin yalananın kayıtlı olduğu otomatı bit pazarından ucuza almıştı. Çalışabileceğinden emin değilmiş. Siyam Balığı’na getirmeden evvel denemiş. Bayılmış... Bit pazarından çıkarken kel bir çingene ona küfürler savurmuş.  Sadece Lou bana, çingenin otomatın peşinde olduğunu söylemişti.

Otomatı duyan insanlar, tek tük, grup grup, akın akın Siyam Balığı’nı dolduruyordu. Herkes yalanların hipnotik etkisi altındaydı. İnsanlar, otomattan bir şeyler duydukça kendilerini iyi hissediyordu. Üst üste iyi gelen cümleler söyleniyordu onlara. Normalde gün içerisinde eğer kaderiniz izin verirse üç beş tanesini işitebilirdiniz. Karşılığında bir çeyrekliğin (Bazıları otomatı fazladan meşgul ettiklerinden Sadece Lou, bir gün içinde bir kişiye on tane yalan kısıtlaması getirdi) lafı mı olurdu.

Siyam Balığı da kendine çekidüzen verdi. Menüler iyileştirildi. Brian King haftanın beş günü müzik yapmaya başladı. Sadece Lou edebiyatı bıraktı. Timothy, Maryuana ile evlenmek üzere. Ben cuma, cumartesi, pazar da mekanın müdavimi oldum. Hatta bir Siyam Balığı rozetim de var (Otomatla ilişkim, dört günde toplam on altık çeyrek şeklinde).

Herkes bizi konuşuyordu. Röportajlar, televizyon kanallarına canlı yayınlar.

Otomatı herkes kullanıyordu, herkes.

(Herkes yalanları içten içe hissediyor lakin doğruluklarını kabul ediyorlardı) Politikacılar, “Sana güveniyorum.”

Şarkıcılar, “Sen olmasan müzik asla yürümez”

Herkes, yalana ihtiyacı olan herkes, doğrudan uzaklaşma çabasındaki herkes otomata tapıyordu.

Talih perisi sağlığına kavuşup, göğe doğru uçtuktan sonra (Aldığım anatomi kitabına göre vurulan bir perinin eski haline dönme süresi dört aydı, otomatı dört ay önce Siyam Balığı’na getirmişti Sadece Lou.) aksilikler Siyam Balığı’nı sardı.

Otomat bozuldu, Sadece Lou onu bir tamirciye götürdü. Geri getirdiğinde onu denedik. Lou, Tim’den (Artık Maryuana’yla evli olduklarına göre mantıklı) dört çeyreklik istedi.

İlk çeyrekliği otomata attı. Ardından, makineden bir ses yükseldi.

“Kabiliyetsiz edebiyatçının tekisin, defol buradan.”

Sadece Lou sakince ikinci çeyrekliği kullandı.

“Şu görüntüne bir bak, berbat haldesin. Burası senden iyisini hak ediyor.”

Beni işaret etti Sadece Lou. “Hadi dene ahbap,” diye mırıldandı.

Denedim.

“İyi ki yanımdasın.”

Sadece Lou sevinmişti. Otomatı orada bıraktı. Tersliğin çözüldüğünü düşündü (Sadece Lou bana benzemezdi, tersliklerin çorap söküğü gibi geldiğini, genellikle düzelmediğini başka tersliklere boğulduğunu bilmiyordu.”

Otomat tamir edilememişti. Artık dilediğince, içinden geldiği gibi konuşuyordu.

“Aslında evliliğin boktan, onu parası için seviyorsun.”

“Yükselme hırsın seni bitirecek”

“Samimi değilsin.”

“Seninle konuşmaktan nefret ediyorum”

Otomat tuhaflaşmıştı, (En tuhafı da söylediklerinin gerçek olmasıydı, otomat gerçekleri nasıl biliyordu, insanların ruhana nasıl yaklaşabiliyordu) insanlar ondan tiksiniyordu. Onu tekmelediler, sopalarla paramparça ettiler, nihayetinde de Kızıl Nehir Sokağı’nda yaktılar.

Siyam Balığı da kendini salıverdi. Menüler berbatlaştı (Bozuk biradan bir politikacı zehirlendi), Brian King’in gitarı kırıldı, çalmayı bıraktı (Sadece Lou bir gitarın yettiğini düşünmüş olmalıydı), Tim Mary’den ayrıldı, Mary Tim’in burnunu kırdı, ben de salı müdavimliğine geriledim, rozetim alındı.

Bir anda parlayan Siyam Balığı bir anda söndü. Medya karalama kampanyaları hazırladı. Sadece Lou katlanamadı, benden borç isteyip pardösüsünü rehinciden aldı. Siyam Balığı’nı bana devretti. Yalansız bir sözcükle sonlanan bir şiir yazma isteğiyle gitti (Yalansız sözcüğü arayacağı uzun bir yolculuk planlıyordu)
Ben ve Mary kalmıştık. Yine de burayı, Siyam Balığı’nı adam etmeye karar verdik.

Bir sabah yolum bit pazarına düştü. Siyam Balığı’nı yeniden açmamıza iki ay kalmıştı. Ona rastladım. Yalan otomatına. Cebimdeki son çeyrekliğe başvurdum. Eve yürümek zorunda kalacaktım, birkaç kilometre kadar.
Çeyrekliği otomata attım.

“İyi ki yanımdasın.”

Siyam Balığı’nı açarken tam takım oradaydık. Tim’le Maryuana barışmıştı. Brian King’e zor da olsa bir gitar alabilmiştim. Sadece Lou’nun adımıza imzaladığı şiir kitapları da elimize ulaşmıştı.
Sekiz on kadar müşterimiz vardı. Bit pazarından aldığım harika şeyin büyüsü altındaydılar, büyükçe bir pinball makinesi.

Siyam Balığı çatısı altında huzurluyduk, sadece barın kuytu bir kısmında ara sıra kahkalara boğulan çingene bizi tedirgin ediyordu.

Uçurtmayı Vurmasınlar


İçimi çizip geçen filmler sıralamasında en üst sıraya yerleşiyor, uçurtmasıyla, tebeşiriyle, kadınlarıyla, simidiyle, avlusuyla, güverciniyle, sorularıyla, küçük özgür Barış'la, büyük mahkum İnci'yle. Fazla kelama gerek yok.



Cinema Paradiso


Toto, Alfredo ne yaptınız bana? Sinema nasıl böyle tesirli olabiliyor. İnsanın yaşama dürtüsünü, hayata tutunma, andan keyif alma içgüdüsünü güçlendirebiliyor. Onat Kutlar, Sinema Bir Şenliktir demiş. Cinema Paradiso bu şenliğin en güzel mucizelerinden. O sinema salonundaki doğal insan manzaralarının eşsizliği, Toto'nun projeksiyon cihazından, film şeritlerinden büyülenmesi. Filmin geçmişle kurduğu ilişki. Harika final sahnesi. Alfredo'nun yalnızlığını, Toto'nun sinemasal detaylarıyla aşması.

Bu filmin yüksek sinema sevgisiyle insanları sokaklara, mavi göklere fırlatıp, şimdi de geçmişi arama, sinema salonlarını doldurma ve gerçekliği kırma gibi yan etkileri mevcuttur. İzleyici film sonrası ağır histerik masallara maruz kalabilir. Yine de şiddetle, kan revanla, büyük bir tutkuyla tavsiyedir.

Gecede


  Gecede, Leyla Erbil'i ilk defa tanıdığım kitap. Bazı edebiyatçıları, sinemacıları ölümlerinden sonra tanımak dokunuyor insana. Bir de o tanıdığın insan, edebiyatın, sinemanın yetkin isimlerindense iyice hüzünleniyorsun. Zira yaşayanlarla karşılaşma ihtimalin, belki de sohbet etme ihtimalin hep aklının, kalbinin bir köşesinde durur. Bu dünyayı terk edenlerle ise, sadece kitapları, filmleri üzerinden konuşabiliyorsun. Evet, belki bu bile fazla lakin yine de yeterli gelmiyor.

   Gecede, özgün üslubuyla, diliyle, Erbil'in kendine has imlalarıyla zorlayıcı bir deneyim oldu kendi açımdan. Erbil'in kitaptaki tüm metinleri okuyucudan kalıplaşmış okumalarının, tecrübelerinin dışına çıkmasını bekliyor gibi. Üstelik yazdıkları da öyle kolay kolay uzlaşılacak, sindirilecek anlatılar değil. 

Kitabın bir başka noktası da kadın karakterlerin tek tip değil de epey zengin çizilmiş olması. Erbil'in güçlü, kaderini kendi tayin etmeye çabalayan kadın karakterleri çoğunlukta, yanlarında ise yardımcı karakterler olarak, daha beklentisiz, daha sınırlı kadın karakterler buluyoruz. Peki erkekler? Erkekler anlatıların zaman zaman işlevsiz gölgeleri olarak, zaman zamansa kadınların hayatında eksiltmeli rollerde çıkıyor.

Kitabın en sevdiğim öyküsü, Vapur oldu sanırım. Kaptansız, tayfasız, kendi kendine yol alan, kıyı insanlarını birleştiren, geçmişle süslenen, gerektiğinde sert tepkiler veren vapur.

Erbil, okunması gereken kalemlerden kesinlikle.


17 Eylül 2013 Salı

Gitar Günleri



David Gilmour - David Bowie - Comfortably Numb

Postmodern Kurtarıcılar


Veysel Atayman derlemesi Postmodern Kurtarıcılar Terminator, Batman ve geniş bir biçimde Matrix filmlerinin incelemelerine yer veriyor. Büyük ölçüde kitabın amacı filmler hakkında cevaplara ulaşmak değil, yeni sorularla bizi yeni düşüncelere ulaştırıp bir adım ileride okumalar yapabilmemizi sağlamak. Usul usul okunmalı...

Viridiana


"Rahibe okulunu bitirmek üzere olan Viridiana, teyzesinin kocasını ziyarete gider. Sıradan ziyaret adamın kadına aşık olmasıyla farklı bir hal almaya başlar. 

Adam genç kıza aşık olmuş ve onla yaşamak istediğini söylemiştir. Viridiana tam okula dönmeye hazırlanırken, adam kıza bir tuzak kurar ve kendisiyle yaşamaya zorlar."

Viridiana Bunuel'in o tuhaf, eleştirel mizahını, bakış açısını sonuna dek kullanan, kilise, aile, masumiyet, iyilik vb. kavramları silahın ucuna yerleştirdiği film. Bir noktadan sonra iyice zıvanadan çıkıyor. Tam Bunuel'in yapacağı türden. Özellikle, Son Akşam Yemeği sahnesi izlenmeli. Ah sürrealismo...

10 Eylül 2013 Salı

Rock'n Coke Notları


Festival bahane dostlarla olmak şahane mottosuyla hareket ettiğimiz bir rock'n coke geride kaldı. Bilet fiyatlarının genellikle parasızlık endeksli günlere denk gelmesinden vesaire tek gün de gidebildiğim güzel bir deneyim yaşadım. Çözülemeyen yol çilesi, temizlik, das kapital sorunlarını saymazsak iyi bir organizasyondu. Festival alanına gidişimizde yaşadığımız komik anlar harikaydı. Servis şoförü bir gece evvel aynı yere gitmesine rağmen Hezarfen'i bulamadı. Dönüp durduk. Gezdik, yanımıza kar kaldı. Festival alanına geldiğimizde giriş için tüm kapılardan eli boş döndük, adam sinirlendi. Nereye gitsek bir başka tarafa yolluyorlardı. Zar zor amacımıza ulaştık nihayet. İnatla Büyük Ev Ablukada'yı dinlemek istiyordum. Neticede Turgut Uyar'ın aynı isimli bir şiiri mevcuttu. Eğlenceli bir performans ortaya koydular. Lilililerle, Havadar, En Güzel Yerinde Evin özellikle keyifliydi lakin en şık hareket Ahmet Kaya'ya saygı duruşuyla Enver Gökçe'ye ve Turan Emeksiz'e selam çaktığı Katlime Ferman coverıydı.

Büyük Ev Abluka sonrası birkaç grubu es geçtik. Sıra Editors'e geldi. Müzisyen dostum Cem Delemen'in ve ekibinin de aramıza katılmasıyla tamam olduk. Festival renklendi, dostlar etrafımızda. Editors'un performansı çıtayı yükseltti. Yaklaşık on tane şarkı onu da harikaydı. Smokers outside the hospital doors ile Münich, Papilion ayrı yıldızlı. Bir sorun ise benim müzik anlayışımın yetmediği fakat Cem'in dikkatimi çektiği bateri sesinin özellikle kickin yüksekliğinden solistin geri planda kalmasıydı. Neticede Editors Istanbul'u memnun ederek festivalden ayrıldı.

Editors ardından sahneyi Duman aldı. Alışkın olduğumuz performanslarından birini sergilerken konseri Gezi Parkı olayları için besteledikleri Eyvallah ile açmaları kayda değerdi. Sanırım günün en politik konseri en fazla slogan atılan konseri de bu olmuştur. 

Duman sonrası Hurts'e ayırdım vaktimi. Tanımıyordum grubu. Bir arkadaş tavsiyesiyle izledim. O gün o ana dek seyrettiğim en iyi performanstı. Öncelikle solistin heyecanı her haline yansıyor samimi, güçlü bir performans ortaya koymasını sağlıyordu. Bir de piyano dahil birkaç farklı enstrümanın uyumlu müziği vardı. Dinlediğime, tanıdığıma değdi. Takibe aldım. Miracle, İlluminated, Wonderful Life, Sandman hepsi çok iyiydi.

Nihayet beklenen an gelmişti, arkadaş grubumun, festivale gittiğim güzel insanların en çok sevdiği grup, iple çektikleri an gelmişti. Arctic Monkeys sahnedeydi. Bu grubu da tanımıyordum. Sadece solist Alex Turner'ın Submarine filminin müziklerini yaptığını (ki çok severim müziklerini) biliyordum. Yine de o akşam tekrar teyit ettim. Grup yanılmıyorsam yeni çıkacak albümlerinden Do I Wanna Know şarkısıyla açılışı yaptı. Nadir bildiğim Arctic şarkılarındandı. Turner'ın cool tavırları sanırım konsere damgasını vurdu. Hurts'ün de önüne geçerek zirve yaptılar. Ayılan bayılan kızlar olduğuna kefilim, adamın aksanı yeter şeklinde cümleler de duymadım değil. (Bu yönde çalışmalarımı hızlandırım İngiliz filmlerine ağırlık tanıdım) Grup kapanışı ise ilk defa duyup pek sevdiğim, kiminin ağladığı, kiminin eskileri yad ettiği 505 şarkısıyla yaptı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde festivali yine bilmediğim bir grupla, kadın solistinin sahne hakimiyetinin yüksekliği, yaptıkları iyi dans müzikleriyle tanınan La Roux ile kapattık. Zıpla dur. Hopla dur. In for the Kill, I'm not your Toy görülmeye değerdi.

Sonra dönüş çilesi başladı. Üzerine acayip hasta oldum fakat olsun süper bir geceydi. İkinci gün için Cem Delemen'in kısa mailinden faydalanıyorum." Pazar iyiydi shantel prodigy dans dans, Teoman'da adama söyletmedi zaten seyirci bağırmaktan, güzeldi..."

Kapanışı ama hiçbiri bir Tarık Mengüç değildi diyerek yapalım.



1 Eylül 2013 Pazar

Vivre Sa Vie


"Vivre sa Vie, varoluşsal sorunları olan bir kadının (Anna Karina'nın canlandırdığı Nana'nın) "hayatını yaşamak" için verdiği çabayı konu ediyor. Godard bu dramatik hikayeyi, o zamana kadar yaratılan bütün estetik kalıplarıyla inatlaşırcasına anlatıyor. Sonuç ise kamera hareketleri, kurgusu, ses ve müzik kullanımı, diyalogları ile Godard'ın eteğinde ne varsa döktüğü şiirsel bir başyapıt. Bir düş(üş)ün hikayesi..."

Godard'ın tüm Godarlıklarını kullandığı incelikli film. Anlattıklarıyla, duruşuyla deneysel tavrıyla (özellikle ses bandı ve çekimler açısından) izlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir yapım Vivre Sa Vie... Godard'ın kendi ülkesine iğne çuvaldız ikilisiyle dokunduğu anlarda, Nana üzerinden önemli eleştiriler getiriyor. Anna Karina'da ne var bilmiyorum lakin yüzüyle tüm bir öyküyü izleyiciye aktarabiliyor. Vivre Sa Vie izledikten sonra çoğu yeni dalga filminin ardında bıraktığı etkiyi yarattı yine ben de. Bölük pörçük sahneler, hisler hafızada...



The Third Man


"Amerikalı ucuz roman yazarı Holly Martins, eski dostu Harry Lime'in çağrısı üzerine savaş sonrası Viyana'sına gelir. Gelir gelmez de arkadaşının bir trafik kazasında öldüğünü öğrenir. Fakat göremediği arkadaşının sevgilisiyle tanıştıktan sonra, Lime'in kayboluş öyküsünü araştırmaya karar verir.

Graham Greene'in kısa öyküsünün etkileyici ve unutulmaz bir uyarlaması. Tüm oyuncu performanslarının birbirinden etkileyici olduğu filmde, özellikle Orson Welles'in oyunu sinema tarihindeki yerini almıştır. Pek çok kaynağa göre İngiliz Sineması'nın en iyi filmi olarak kabul edilir. Atmosferi ile de kara film türünün doruk noktalarından birini sunar."

Üçüncü Adam, Bu Silah Kiralıktır filminin ardından ilaç gibi geldi kesinlikle. Kurgusu, savaş dönemi vurguncularını anlattığı gizemli öyküsü, diyalogları, kadrajları, müziği bir harika. Orson Welles'in oyun gücünden etkilenmemek mümkün değil. Filmin sonlarındaki sahneler, kanallardaki kalabalık sekanslar çok iyi kotarılmış. İzlerken büyük keyif aldım.

Kerkenez - Kes



"İngiliz sinemasının en büyük isimlerinden Ken Loach'ın en önemli filmlerinden birisi...

Billy Casper (David Bradley) İngiltere'nin en fakir semtlerinden birisinde yaşar. Okula konsantre olamayan ve kötü notlar alan Casper, büyük ağabeyi tarafından sürekli dövülür ve diğer insanlar tarafından gözardı edilir. Birgün, Kestrel adında biriyle tanışır ve karakterinin o ana değin hiç farkında olmadığı bir tarafını keşfeder"

Ken Loach filmlerinin bir veya birkaçı kesinlikle izlenmeli. Tıpkı otoriteyi, faşizmi, totaliterliği aile kavramı ve eğitim kurumları üzerinden sorgulayan Kes filmi gibi. Kes, birbirlerinin pek umrunda olmadığı, parçalanmış bir ailenin ortasında öncelikle (baba olmadığından) ilk totaliter figür abisiyle çatışan genç Billy'i odağa alıyor. Billy aynı zamanda okulda da bu totaliterliğin fazlasıyla uğraşmak durumunda kalıyor. Öğretmenleriyle, sistemle... Yalnızlığı seçiyor dolayısıyla, yalnızlığının en katlanılabilir yanı ise eğitmeye çalıştığı bir doğan.

Loach doğan ve çocuğun ilişkisi haricinde kamerasını olan bitene mesafeli yaklaştırsa da, senaryo Billy'nin tarafında olmamızı sağlıyor. Billy asi nitelemesine uygun mudur? Asi totaliter kurumlarca hakeretamiz bir biçimde kullanılır. Ailede, okulda vesaire... Aslında güce boyun eğmeyen, başkaldıran, sorgulayan demektir... Çoğumuz için ya ürkütücü bir model ya da kötülenmesi gereken kavram aslında hayatı ayakta tutar. Tamamen kalıba girmeyi engeller.

İyi bir Loach filmi daha...

25 Ağustos 2013 Pazar

Nevermind the Name


Havada Bulut


Sait Faik'in Havada Bulut'u insanlarıyla kalabalıklaştırdı yaşantımı. Köpekli adam kimdir mühim değil? Bir köpek ve bir adamdır işte. Adam köpekle konuşan bir adamdır. Yaşayan, aşık bir adamdır. 
Kitabın sonundaki Rıfat Ilgaz'ın anektodu ise harikaydı. Sait Faik, öykü seninle güzel.

This Gun For Hire


"Bu Silah Kiralıktır" kara film türünde izlediğim örnekleri düşününce türdeşlerinden hayli geride kaldı. Tesadüflere fazlaca olanak sağlayan bir senaryo, son yarım saate yedirilen milliyetçi söylemler, inandırıcı olmayan bir karakter değişimi, çocukluk travmalarıyla geliştirilen bir yan öykü. Derinliksiz... 

Humprey Bogart

Bogart üzerine bu kitap, usta oyuncunun filmlerine, kariyerine, hayatına kısa bir bakış. Fazla ayrıntılı bir çalışma değil ancak mevzu Bogart (karizma, Hollywood, kadınlar, oyunculuk) olunca insan keyifle okuyor. Okuduğuyla yetinmemek üzere kitabın başından ayrılıyor. 

Henüz

parmak ucuma saplanıp gezinen
romatizmal ağrı, bugünün yalnızlığı

çok öykülü, bin gözlü
balık ağlarına takılan
kent cambazları

biz bir toplamı eksiltmek uğruna
daha başlamamışken birbirimize
az avizeli evlerden
az koridorlu evlere gerilen
ince ip üzerinde
(ortasında sokak lambası)
daha başlamamışken
gökyüzü boyasına öykünüp
imlasız ve dengesiz sevişmeye

o cambazlar ki
suya attılar kendilerini

kentimin eğip büktükçe
kırdıkça
teninden çizgiler geçtikçe
şekilden şekle giren
kartondan sokakları

sokakların ayrık otu büyüten çocukları
çocukların kurdele sarılı döküntülü rüyaları
kent cambazlarının ruhlarını almışlar

ve sırf onlar bilirler
bu durmadan birbirine çarpan
mazgallarında güzel sözler büyüten kentte

akça büyük kalıp sabunlar
yağmur suyuyla köpürtülüp
sahici insanları barındıran şiirlerle
temizler zehirlenen kanı

Her Aşk Gibi Yarım


Doğan Yarıcı imzalı Her Aşk Gibi Yarım romanı başucu külliyatım arasına üst sıralardan giriş yaptı. İçimi ısıttı. Sımsıcak bir hüzün bıraktı ardından. Geçmişe, yaşamadığım fakat yaşasam epey mesut olacağımı düşündüğüm zamanları (Pariste Geceyarısı filmi tersini söylese de) yeniden özledim. Sinema, yeşilçam, Beykoz, deniz, insanlar, kendi dünyalarını sahiplenen, sevgiyi sahiplenen insanlar dolu kitap. Bir de kimler gelip geçmiyor ki satırlardan; Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Baradan, Sadri Alışık, Adile Naşit, Vahi Öz, Nubar Terziyan, Cahide Sonku, Suna Pekuysal, Altan Erbulak, Ömer Lütfi Akad, Seyfi Teoman... Nicesi... İkinci dünya savaşı fonunda film şeridi gibi bir anlatı. Okunulası dahası yaşanılası ve sevilesi.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

A Face in the Crowd


"Film, 'Yalnız' Rhodes isminde kaba ve köylü bir gitaristin, yerel medyadan TV yıldızlığına, oradan da siyasette "kral-yaratıcı" haline gelişine uzanan hikayesini anlatır. Onu taşranın ücra bir köşesindeki hapishanede keşfeden radyocu Marcia Jeffries isimli kız ise, Rhodes'un büyüsüne ilk kapılan kişi olacaktır."

Medyanın gücü, yönlendirici etkisi, şöhretlerinin ikili yaşamlarına dair kayda değer bir Elia Kazan filmi. Sıfırdan başlayan bir taşralının önce radyo, ardından da televizyon yardımıyla önlenemez yükselişinin öyküsü. Güç değişim getirir... Kazan'ın Viva Zapata filminde de ufaktan benzer bir tema vardı lakin iki filmin finali karakterlerin iki zıt yolu seçmelerini yansıtmasıyla olayın rengini değiştiriyor. 

A Face in The Crowd, medyayı eleştirebileceği tüm alanlarda sözünü esirgemeyen tavrıyla da dikkat çekici. 

Reklam, politika, güven, sömürü, kapitalizm, bencillik, yüksek ego... 
1957 yapımı bir filmden günümüze bu denli paralel çizgi çekmek ise şaşırtıcı. Tüm medeniyet gelişimlerine, yaşanan olaylara rağmen medya hala yerinde sayıyor. Sadece şimdi daha renkli, daha fazla, daha alacalı. 

A Face in The Crowd'da sevdiğim diğer bir husus ise, aslında televizyon karakterleri yaratan, besleyen geniş bir çalışan kesimin bulunduğunu göstermesi. O beyaz cam gerçeğin çok uzağında duruyor. 

Kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

  ---spoiler---
Filmin özellikle son on beş dakikası bir harika. Ana karakterin gözden düşmesinin ardından yapılan konuşma, medya dünyasında, şov dünyasında hala geçerliliğini koruyan tespitler sunuyor.

---spoiler--- [^]

Sadece Duvardaki Başka Bir Tuğla

Sulanmış çimlerin kokusu… Sokağın sessizliği… Masmavi gökyüzü… Mızıka çalan bir kadın… Gün ışığı… Huzur.

Caddenin ortasında, darağacında sallanan bir adam. Saklanmaya fırsat bulamadan suçüstü yakalanmış. Gazeteler yazıyordu. Güldüğü o kadar belirginmiş ki inkar etmemiş. İdam kararı oracıkta, polisler tarafından verilmiş. Hemen infaz edilmiş.

Sırtımı rüzgarda hafif hafif sallanan boş bedene verip eve yürüyorum. Zili çalıyorum. Annesi açıyor kapıyı. Suratıma bakıyor. Anlıyor… İçeri giriyoruz, mutfağa. Henüz dokunulmamış üç kişilik kahvaltı sofrasına oturuyorum. Ekmek var, tereyağ var, utanılacak bir şey yok.

Çocuk uyanmamış.

Annesi çayımı dolduruyor. Biyolojik annesi değil tabii. Yasanın izin verdiği biçimde, hiçbir duygusallık taşımayan seri üretim bir koruyucu sadece. Programlanmış edimler, kestirilebilir cümleler. Devletin, seçilme ihtimali bulunan sekiz yaş çocuklarına atadığı türden. Prosedür. Çocuk kaderini gerçekleştirinceye kadar sağlıklı kalmalı.

Zizi mutfağa giriyor. Evet, sekiz yaşında (seçilenler daima bu yaş grubuna aittir) esmer, kıvırcık saçlı. Sağ elinin üzerindeki baklaya benzer doğum lekesi. Sol yanağındaki gamze. Kış doğumlu.

Benim için bir denetçi dosyasında yazılan bilgilerden ibaret olan çocuk karşımda duruyor. Görevim bugün ona eşlik etmek. Komedyen onu bekliyor, duvar onu istiyor.

Kahvaltımızı bitiriyoruz. Zizi hazırlanıyor. Annesi:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyorum.” diyor otuz sene evvel yüklenen ses tonuyla.

Kapıdan çıkıyoruz. Önce Zizi’nin okuluna gitmeliyiz.

Caddeler, sokaklar Zizi ile dolu. Ülke Zizi’nin suretine bürünmüş. Afişler, bayraklar… Bizi görenler, Zizi’yi fark edenler hemen alkışlamaya başlıyor. Coşku dalga dalga yayılmakta. Kimse gülmese de, hepsinin mutluluğunu hissedebiliyorum.

Okul sokağına giriyoruz. Zizi yan koltuğumda, tek kelime etmeden bulutları seyrediyor. Suskunluğunu bozmayacaktır. Gözetmenlik yaptığım on yıldır kimse suskunluğunu bozmadı. Kutsal anlarda, kelimeleri kullanmamak, ses çıkarmamak genetik bir kod olmalı. Her ne kadar insanlar başlangıçta, kutsal törenlerine hazırlanırken, tören sırasında çığlıklar atmış olsa da.

Zizi arkadaşlarıyla vedalaşıyor, omuzlarına dokunarak. Vedalaşma ritüeli omuzlarda yükseliyor. Fazlasına izin veya gerek yok.

Harika eğitim sistemimizin ana aktarıcılarından mimara dönüyor Zizi son defa. Herkes aynı ağızdan tekrarlıyor:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyoruz. Ülkemizin refahı bir kat daha yükselecek sayende. Zizi, Zizi, Zizi!”

Üstünlüğünün bilincinde Zizi. Kibirli bir havası var.

Sınıftan ayrılıyoruz.

“Çocuklar kitaplarımızın on altıncı sayfasını açalım.” cümlesini duyuyorum mimardan.

Gülün Adı kitabının çocuklara yönelik sadeleştirilmiş baskısının sayfalarının çevrildiği canlanıyor zihnimde. (bebekler için, yetişkinler için, yaşlılar için olan baskıları da mevcut)

Yirmi dakika sonra komedyenin yanına, Elysian’a ulaşıyoruz. Kare halinde tasarlanmış, yerin altında iki kat, yerin üstünde bir kat, bir de zemin kattan oluşan şehir tapınağımız burası.

Zizi yarım saat kadar yanımdan ayrılıyor. Genç, bakımlı hemşirelerce yıkanıp temizleniyor. Ardından tekrar buluşuyoruz. Omzuma dokunuyor Zizi.

Vakit geldi. Gitmesi gerek.

Gardiyanlar Zizi’yi alıp, büyük salondan götürüyor. Bir anlığına Komedyen’i, maskesini (gözleri haricinde tüm yüzünü kaplayan) görebiliyorum. Başıyla selamlıyor beni. (maske sadece seçilmiş kişiyle başbaşa kalındığında çıkar)

Daracık sunak merkezinde Komedyen ile Zizi yalnız kalıyorlar.

Neler olacağını biliyorum. Ölümsüz Bildirge’de, ülkemizin kuruluş metninde yazıyor.

“Gülmenin yasaklandığı, ağlayan insanların kalmadığı ülkemizde duvarlar durmadan yükselmeli. Kalan son Komedyen, ölümsüz usta, seçilmiş çocuğu ağlattığında, çocuğun ağlamaktan kalbi durduğunda… Refahımız da duvarlar misali yükselecek.”

Elysian’dan krematoryuma doğru yola koyuluyorum. Ana meydan tıklım tıklım. Bekleyiş başlamış. Canlı yayın araçları da olan biteni tüm ülkeye naklen yayınlıyor.

Arabayı otoparka çekip, bacanın görülebileceği bir mesafeden krematoryumu izliyorum. Bir buçuk saat sonra bacadan mavi duman yükseliyor. Meydan çığlık çığlığa. Birbirinin omuzlarına dokunan (vedalaşmak değil bir sevinç, kıvanç belirtisi) insanlar. İyi dilekler.

Duygusallığım üzerimde. Ülkemizin büyük sorunu bu; aşırı duygusalız. Aşırı merhametli, aşırı misafirperver, aşırı düşünceli, aşırı aşırı…

Kematoryuma girip orta büyüklükteki dikdörtgen tuğlayı, Zizi’nin külleriyle imal edilen tuğlayı alıyorum. Arabanın arka koltuğuna atıp, tören alanına, şehrin kuzeyinde (ki ülke sınırlarından biridir) yükselen duvara götürüp görevlilere teslim ediyorum.

Diğer yurttaşlarla beraber töreni seyrediyoruz. Altı aydır yükselen vergi grafiğiyle, şehrimize yaptığı ekonomik katkılarla tuğlayı duvara yerleştirmek Bay K.’nın hakkı. Bay K., şık ceketi, simsiyah ince bıyıkları, zarif uzun boynu, boynuna ihanet eden koca göbeğiyle elli metre yüksekliğindeki duvara zar zor çıkıyor. Merdivenlerde yardım alması normal.

Uzun bir nutuk çekiyor. Başkan tarafından omzuna dokunuluyor. Seyircilerle alkışlıyoruz. Ağlamak istesem de yapamıyorum. Sadece seçilmişlere bahşedilmese inanın yapabilirdim.

Bay K. Tuğlayı duvara bırakıyor:

“Küçüğüm seninle gurur duyuyoruz.”

Aynı esnada, ülkenin doğusunda, batısında, güneyinde tuğlalar duvarlara bırakılıyor. Altı ay kadar rahatız. Gelecek kutsal törene dek.

İnsanlar ufak ufak tören alanını terk ederken, tuğlalara bakıyorum:

“Sadece duvardaki başka bir tuğla. Refahımız, güvenliğimiz için.” diye geçiyor içimden.