8 Temmuz 2013 Pazartesi

Yanılsamacı

  bütünsel… görünmeyen… girintisiz… sekizgen… gülmek… lades… deli… terk… sus… tını… bozum… imbat… döngü…

  Başarabileceğimi sanmıyorum. Nefesimi daha fazla tutamam. Dipsiz bir kuyuya çekiliyorum sanki. Işık beni birazdan terk edip gidecek. Mücadele güç. Bir yandan, yeter uğraşma kendini huzur dolu apak kollarıma bırak diyen, dinginleştirici ölüm, öte yandan, uğruna bunca derde katlandığın seni öptüğünde ağzındaki gölgeyi serbest bırakan hayat.

  O vakitler babam kıraathanecilik yapardı. İyi hatırlıyorum. Her yıl tatillerde onun yanında çalışırdım. Ocağa bakar, çay taşır, bulaşıkları yıkardım. Gerisiyle babam ilgilenirdi. Bazen kıraathanedekiler arasında kavgalar çıkardı. Babam böyle kavgalarda ocağa yakınsam ocağın arkasına geçmemi, kapıya yakınsam dışarı fırlamamı öğütlemişti.

  Kıraathane mahallemize yakındı. Biz çalışırken annem örgü örerdi. Bilmediğim renklerden, dokunsam darılacakmış güzelliklerde kazaklar, atkılar… Pazarda satardı sonra onları. Mevsim yazsa, apartman temizliğine giderdi. Başında hiç çıkarmadığı yemenisi, ellerinde kekik kokusu. Hep bekleyen olmuştu annem. 
 Ümit Yaşar’ın ‘Bekleyenler İçin’ şiirinden bihaber.

  çöp adam… yatay sevişmek… paralel evren… kar yangını… rakamla üç… gece şeridi… balıkçı kral…  kuytu palyaço… mürekkep çocuk…

  Çabalamaya karar veriyorum. Yapabilirim. Dünyanın en zor gösterilerinden birisi. Tüm birikimimi kullanmak zorundayım. Belki de asla… Neler saçmalıyorum. Elbette yapabilirim. Yüzlerce ameliyata girmiş bir doktorun neşteri kullanması kadar basit olabilirdi. Eğer prova yapmadan seyircilerin karşısına çıkmasaydım. Eğer gösteride diretmeseydim.

  Sanırım liseyi bitirmemi takip eden yazdı. Kıraathaneyi o sabaha karşı ben kapatacaktım. Son olarak Aylak Celil de çıkmıştı. Yine gömleğinin tüm düğmeleri ilikliydi. Sıcak mıcak dinlemezdi. Üstelik yine en üst düğme bir altta ilikliydi.

  Yapayalnız kalmıştım. Televizyon izlerken ona rastladım. Houdini…

  Üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum ancak ne okumak istediğimi bilmiyordum. Açıkçası okumaya devam etmek istediğimden de emin değildim. Houdini ekrana yansıdığında amacımı kavradım. Hayatım boyunca böyle büyük bir tutkuya kapılmamıştım.

  Hikayemde değişikliğe gitme cesareti lazımdı bana.

  denklik… yağmurcu… muamma… gen… vitrin… sema… etkisiz… jilet… gölge… yoğun… tartmak… sancı… onlama…

  Zaman azalıyor. Zincirlerim. Zincirlerimden kurtulabilsem. Ölmek istemiyorum, yaşamak istemiyorum. Ölmek istiyorum, yaşamak istiyorum.

  İlk gösterimi tabii ki kıraathanede düzenledim. Babamdan gizliydi. On on iki kişi kadar vardı izleyen. Diğerleri de kıraathane müdavimleri ne yaparlarsa o işlerle meşguldüler.

  Bir kart çek.” diyerek elimdeki desteyi Kuşçu İbrahim’e uzatmıştım.

  İbrahim taklacı güvercin yetiştirirdi. İyi paraya da okuturdu. Çok, çok eskiden dedesi de posta güvercini yetiştirirmiş. Dedesi de iyi kazanmış. Babası da sanırım barış güvercini yetiştirirmiş lakin her ay belini zor doğrulturmuş. İki de çocuğu vardı İbrahim’in. Biri benden bir yaş küçük bir kız. Diğeri altı yaş küçük bir oğlan. Kızı da, oğlanı da pek bilmiyorum.

  İbrahim kirli esmer sol elini desteye uzattığı anda sağ yanağıma bir tokat yemiştim. Babam kulağıma yapıştı anında: “Ulan deyyus, ulan şerefsiz başımıza soytarı mı kesildin.”

  Beni kıraathaneden dışarı sürükledi. Açık havada da bir güzel dövdü. Ondan kurtulup kendimi eve zor attım. Baktım annem yok. Günlerce baktım annem yok. Gecelerce baktım annem yok. Anladım ki annem gelmeyecek.

  Bir ara babam nereden duydu bilmem: “Abi senin velet gibiler insan da kaybediyormuş. İnsan yok oluyormuş aniden. Senin hanımı diyorum…” diye bir söylenti duymuş. Arkada mahalleden beş on kişi, ellerinde taşlar, sopalar, önlerinde babam doğru bizim eve.

  kapalı mekan… az şekerli… işaretin ölümü… soğuk şarkı… tahrip gücü… enine boyuna… sükut-u hayal… çıkmaz sokak… çay kaşığı…

  Gevşiyorlar mı ne? Sanırım…

  Neyse ki evden kaçmıştım. Beni bulamadılar. Ardından adı sanı duyulmamış Elm Sokağı Gezici Sirki’ne katıldım. Ustaların ustası diye yetmişine merdiven dayamış kırmızı kazaklı bir adam beni eğitmeye başladı. Gayet dinç görünüyordu. Simsiyah saçları vardı. Bir de simsiyah fıtığı sanırım. Ağrısı sızısı felaket ama bana mısın demezdi.

  İlk alıştırmam, bileklerimi güçlendirmek adına olduğunu sandığım fırçayla duvar boyamaktı. Meğer karateci yetiştirirken kullandığı bir teknikmiş. Dedim ya ustaların ustası diye. Adam her şeyde ustaydı. Örneğin musakka ve pilavı ondan iyi yapanı görmemiştim.

  Eğitimim iki ay kadar sürdü. Ardından sirkle birlikte gösterilere başladım. İyi bir yanılsamacı olma yolunda emin adımlarla ilerliyordum.

  Sirkte Jaqueline adında bir trapezciyle tanıştım. Aşık olmuştum. Siyah beyaz bir filmin içerisinde renkli kareler gibiydi Jaqueline. Hani şu Wenders filmi Arzunun Kanatları’nda olduğu gibi.

  Evet asıl adının Ceylan olduğunu duyduğumda şaşırmıştım. Üstelik yerçekimini yenip yenemeyeceğimi sorduğunda iyice afallamıştım. Aynı esnada beni öpmüştü Ceylan. Kardeşiyle alakalı konuşmuştu öpücüğün sonrasında.

  Ceylan’ın babası taklacı güverin yetiştiren bir adammış. Ceylan’ın kardeşi ise güvercinleri kıskanırmış. Çocuk ne bilsin. Babası onu sever diye çatıdan atlamış. Taklalar atarak. Ceylan da evden kaçmış. Bir gün son gösterisi olduğunu hissettiğinde trapezden atlayacakmış Ceylan. Taklalar atarak. Kısa, vurucu bir final.

  usul… çatı… lacivert… gücenmek… sual… tanı… uydu… örümcek… moral… uyumsuz… yayılmak… tütsü… ruh…

  Jaqueline, Ceylan elveda.

  Ceylan dışında sirkte Herr Meyer ile iyi anlaşırdım. Herr Meyer, aslanlara yönlendirdiği kırbaçlarını saçlarından imal ederdi. Upuzundu hakikaten saçları. Hep kadın kuaförü olmak istemişti. Aslanları terbiye etmek ise kaderiydi. Sirkte çalışan kadınların saçlarını yapmak şimdilik Herr Meyer’i mutlu ediyordu.

  Sirkteki çalışmalarım bana yetmediğinde oradan ayrıldım. Kimseye tek söz söylemedim. Gittim. Uzun zaman yalnız yaşadım. Kendimi geliştirdim. Ufak gösteriler yaptım. Büyük gösteriler denedim. Bu arada, sinemalarda yer göstericilik yapmak için Istanbul’a kaçan bir çocuk tanıdım. Neden, diye sordum.

  Sıkılmış. Oturacağı yeri hep başkası söylüyormuş.

  “Kalk git lan pencere kenarına otur, yürü lan kanepeye, oğlum yere otursana be…”

  Sinemalardan, yer göstericilerden haberi olmuş. Büyülenmiş. Başkalarına, şuraya oturacaksınız demek…

  Çocuğu yanıma aldım, asistanım olacaktı. Zor vazgeçirmiştim yer göstericilikten. Ailesini filan aramadım, aramak istemedim. Bulacağımdan korktum. Bulunca çocuğun gideceğinden.

  iklim ayrıcalığı… uzun uzun… fırça darbesi… şiir şehri… yorgun düşmek… kanat çırpmak… sahil yolu… ayıp etmek…

  Ceylan. Son…

  Biliyorum sen de şu an trapezden atlıyorsundur. Taklalarla…

  Bir cam kırılması duyuyorum hayal meyal.

“Ağabey aha oradaki sedyeye oturacaksın.” diyen bir çocuk sesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder