bütünsel… görünmeyen… girintisiz… sekizgen… gülmek… lades… deli… terk… sus… tını… bozum… imbat… döngü…
Başarabileceğimi sanmıyorum. Nefesimi daha
fazla tutamam. Dipsiz bir kuyuya çekiliyorum sanki. Işık beni birazdan
terk edip gidecek. Mücadele güç. Bir yandan, yeter uğraşma kendini huzur
dolu apak kollarıma bırak diyen, dinginleştirici ölüm, öte yandan,
uğruna bunca derde katlandığın seni öptüğünde ağzındaki gölgeyi serbest
bırakan hayat.
O vakitler babam kıraathanecilik yapardı.
İyi hatırlıyorum. Her yıl tatillerde onun yanında çalışırdım. Ocağa
bakar, çay taşır, bulaşıkları yıkardım. Gerisiyle babam ilgilenirdi.
Bazen kıraathanedekiler arasında kavgalar çıkardı. Babam böyle
kavgalarda ocağa yakınsam ocağın arkasına geçmemi, kapıya yakınsam
dışarı fırlamamı öğütlemişti.
Kıraathane mahallemize yakındı. Biz
çalışırken annem örgü örerdi. Bilmediğim renklerden, dokunsam
darılacakmış güzelliklerde kazaklar, atkılar… Pazarda satardı sonra
onları. Mevsim yazsa, apartman temizliğine giderdi. Başında hiç
çıkarmadığı yemenisi, ellerinde kekik kokusu. Hep bekleyen olmuştu
annem.
Ümit Yaşar’ın ‘Bekleyenler İçin’ şiirinden bihaber.
çöp adam… yatay sevişmek… paralel evren… kar yangını… rakamla üç… gece şeridi… balıkçı kral… kuytu palyaço… mürekkep çocuk…
Çabalamaya karar veriyorum. Yapabilirim.
Dünyanın en zor gösterilerinden birisi. Tüm birikimimi kullanmak
zorundayım. Belki de asla… Neler saçmalıyorum. Elbette yapabilirim.
Yüzlerce ameliyata girmiş bir doktorun neşteri kullanması kadar basit
olabilirdi. Eğer prova yapmadan seyircilerin karşısına çıkmasaydım. Eğer
gösteride diretmeseydim.
Sanırım liseyi bitirmemi takip eden yazdı.
Kıraathaneyi o sabaha karşı ben kapatacaktım. Son olarak Aylak Celil de
çıkmıştı. Yine gömleğinin tüm düğmeleri ilikliydi. Sıcak mıcak
dinlemezdi. Üstelik yine en üst düğme bir altta ilikliydi.
Yapayalnız kalmıştım. Televizyon izlerken ona rastladım. Houdini…
Üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum
ancak ne okumak istediğimi bilmiyordum. Açıkçası okumaya devam etmek
istediğimden de emin değildim. Houdini ekrana yansıdığında amacımı
kavradım. Hayatım boyunca böyle büyük bir tutkuya kapılmamıştım.
Hikayemde değişikliğe gitme cesareti lazımdı bana.
denklik… yağmurcu… muamma… gen… vitrin… sema… etkisiz… jilet… gölge… yoğun… tartmak… sancı… onlama…
Zaman azalıyor. Zincirlerim. Zincirlerimden
kurtulabilsem. Ölmek istemiyorum, yaşamak istemiyorum. Ölmek istiyorum,
yaşamak istiyorum.
İlk gösterimi tabii ki kıraathanede
düzenledim. Babamdan gizliydi. On on iki kişi kadar vardı izleyen.
Diğerleri de kıraathane müdavimleri ne yaparlarsa o işlerle meşguldüler.
Bir kart çek.” diyerek elimdeki desteyi Kuşçu İbrahim’e uzatmıştım.
İbrahim taklacı güvercin yetiştirirdi. İyi
paraya da okuturdu. Çok, çok eskiden dedesi de posta güvercini
yetiştirirmiş. Dedesi de iyi kazanmış. Babası da sanırım barış güvercini
yetiştirirmiş lakin her ay belini zor doğrulturmuş. İki de çocuğu vardı
İbrahim’in. Biri benden bir yaş küçük bir kız. Diğeri altı yaş küçük
bir oğlan. Kızı da, oğlanı da pek bilmiyorum.
İbrahim kirli esmer sol elini desteye
uzattığı anda sağ yanağıma bir tokat yemiştim. Babam kulağıma yapıştı
anında: “Ulan deyyus, ulan şerefsiz başımıza soytarı mı kesildin.”
Beni kıraathaneden dışarı sürükledi. Açık
havada da bir güzel dövdü. Ondan kurtulup kendimi eve zor attım. Baktım
annem yok. Günlerce baktım annem yok. Gecelerce baktım annem yok.
Anladım ki annem gelmeyecek.
Bir ara babam nereden duydu bilmem: “Abi
senin velet gibiler insan da kaybediyormuş. İnsan yok oluyormuş aniden.
Senin hanımı diyorum…” diye bir söylenti duymuş. Arkada mahalleden beş
on kişi, ellerinde taşlar, sopalar, önlerinde babam doğru bizim eve.
kapalı mekan… az şekerli… işaretin ölümü… soğuk şarkı… tahrip gücü… enine boyuna… sükut-u hayal… çıkmaz sokak… çay kaşığı…
Gevşiyorlar mı ne? Sanırım…
Neyse ki evden kaçmıştım. Beni bulamadılar.
Ardından adı sanı duyulmamış Elm Sokağı Gezici Sirki’ne katıldım.
Ustaların ustası diye yetmişine merdiven dayamış kırmızı kazaklı bir
adam beni eğitmeye başladı. Gayet dinç görünüyordu. Simsiyah saçları
vardı. Bir de simsiyah fıtığı sanırım. Ağrısı sızısı felaket ama bana
mısın demezdi.
İlk alıştırmam, bileklerimi güçlendirmek
adına olduğunu sandığım fırçayla duvar boyamaktı. Meğer karateci
yetiştirirken kullandığı bir teknikmiş. Dedim ya ustaların ustası diye.
Adam her şeyde ustaydı. Örneğin musakka ve pilavı ondan iyi yapanı
görmemiştim.
Eğitimim iki ay kadar sürdü. Ardından sirkle
birlikte gösterilere başladım. İyi bir yanılsamacı olma yolunda emin
adımlarla ilerliyordum.
Sirkte Jaqueline adında bir trapezciyle
tanıştım. Aşık olmuştum. Siyah beyaz bir filmin içerisinde renkli
kareler gibiydi Jaqueline. Hani şu Wenders filmi Arzunun Kanatları’nda
olduğu gibi.
Evet asıl adının Ceylan olduğunu duyduğumda
şaşırmıştım. Üstelik yerçekimini yenip yenemeyeceğimi sorduğunda iyice
afallamıştım. Aynı esnada beni öpmüştü Ceylan. Kardeşiyle alakalı
konuşmuştu öpücüğün sonrasında.
Ceylan’ın babası taklacı güverin yetiştiren
bir adammış. Ceylan’ın kardeşi ise güvercinleri kıskanırmış. Çocuk ne
bilsin. Babası onu sever diye çatıdan atlamış. Taklalar atarak. Ceylan
da evden kaçmış. Bir gün son gösterisi olduğunu hissettiğinde trapezden
atlayacakmış Ceylan. Taklalar atarak. Kısa, vurucu bir final.
usul… çatı… lacivert… gücenmek… sual… tanı… uydu… örümcek… moral… uyumsuz… yayılmak… tütsü… ruh…
Jaqueline, Ceylan elveda.
Ceylan dışında sirkte Herr Meyer ile iyi
anlaşırdım. Herr Meyer, aslanlara yönlendirdiği kırbaçlarını saçlarından
imal ederdi. Upuzundu hakikaten saçları. Hep kadın kuaförü olmak
istemişti. Aslanları terbiye etmek ise kaderiydi. Sirkte çalışan
kadınların saçlarını yapmak şimdilik Herr Meyer’i mutlu ediyordu.
Sirkteki çalışmalarım bana yetmediğinde
oradan ayrıldım. Kimseye tek söz söylemedim. Gittim. Uzun zaman yalnız
yaşadım. Kendimi geliştirdim. Ufak gösteriler yaptım. Büyük gösteriler
denedim. Bu arada, sinemalarda yer göstericilik yapmak için Istanbul’a
kaçan bir çocuk tanıdım. Neden, diye sordum.
Sıkılmış. Oturacağı yeri hep başkası söylüyormuş.
“Kalk git lan pencere kenarına otur, yürü lan kanepeye, oğlum yere otursana be…”
Sinemalardan, yer göstericilerden haberi olmuş. Büyülenmiş. Başkalarına, şuraya oturacaksınız demek…
Çocuğu yanıma aldım, asistanım olacaktı. Zor
vazgeçirmiştim yer göstericilikten. Ailesini filan aramadım, aramak
istemedim. Bulacağımdan korktum. Bulunca çocuğun gideceğinden.
iklim ayrıcalığı… uzun uzun… fırça darbesi… şiir şehri… yorgun düşmek… kanat çırpmak… sahil yolu… ayıp etmek…
Ceylan. Son…
Biliyorum sen de şu an trapezden atlıyorsundur. Taklalarla…
Bir cam kırılması duyuyorum hayal meyal.
“Ağabey aha oradaki sedyeye oturacaksın.” diyen bir çocuk sesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder