31 Aralık 2012 Pazartesi

Cemal Erdem

Cumadan cumaya takılabileceğim bir radyo programı düşünüyorum. Teknik yetersizlikler ile kendi yeterliliklerimi göz önüne alınca programı ses kaydı ve montaj hileleriyle kotarabileceğiz sanırım. Sinema, edebiyat, gevezelik... Bazen de yakın dostlardan konuklar... Oh yeni yıl, mis, mis... (.ütaş sponsorluğu söylettirdi :) )

Yeni Yıl

Nihayetinde o çok sevdiği yeni yıl hediyesine dönüşebildi. Güzelce etiketlendi, süslendi, hazırlandı. Dokuz doksan tl'ye satın alınmayı bekliyor. Mutluluk oyunları oynayarak... Sen mutlusun, ben mutluyum, herkes mutlu ama neden bu sis, bu hava puslu. 

"Bana geyiklerin uçamadığını anlatma
geyikli gecede doğdum ben."

Son Tango: Narenciye


kolonya bas dilime
sözcükler açılmış
 

apartman boşluğunda büyür şubat
üşüyen ellerini bırakıp git tenimde
bir büyük "ı" yalnızlığı sonrası

hala sürüyor musun dudaklarına
mandalina kabuklarını
ölü öpüşlerine benzesin diye
kıt kanaat geçinen öpüşlerin

turuncu kimin zıt rengi?

(şiir örülü portakal çiçekleri)

göğüs kafesimi açsam
şubata tapan kırlangıçlar
sözcüğe kanat çırpan
muamma kuşları

aslında annem beni karnında unuttu

(doğmadım ki öleyim)

limonlar çekilir içimden kirli sarı
bir tuhaf olurum, nahoş ve hoş

upuzun bahçelerle sevişirim de
bana mısın demem

sunu

sonsuzluğun ortasında gün salıncağı
koptu kopacak ipler

amma da ekşiyiz şu sıra
sulu sulu

Medianeras

“Medianeras” film olarak beklentimi fazlasıyla karşıladı. Ayrıntıları, konusu, konuyu işleyişi harika. Bir de replikleri tabii…
“Kimi aradığımı bilmeden onu nasıl arayacağım.”
Müziklerini de gayet beğendim. Filmin iyimser havasına da katılıyorum. Şimdi tabii güzel bir etkisi de benim için, “durmak yok aramaya devam” yolundaki mottoya tekrar inanmam oldu. Özellikle bir şarkının sözleri çok iyiydi.
“… çünkü o da seni arıyor”
Bir de Arjantin’e gitmeliyim :))
Şehirlerle ilintili her söyleme de katılıyor ve filmin evrensel bir öyküye sahip olduğunu düşünüyorum.Kesinlikle izlenmeli…

25 Aralık 2012 Salı

Perili Köşk

  Siz korkaksınız ulan. Geldim işte. Hani yanına dahi yaklaşamazdım beş yüz metreden. Gecenin bir yarısı, Aşıklar Mezarlığını aşıp geldim. Toprak ayağımın altından kaydı. Düştüm kalktım geldim. Göğüm kan revan, vazgeçmedim geldim. Aysel'e de söylemezdim ya sevdiğimi. Onu da söyledim. Altı yaş için derin mevzular bunlar. Kolay kolay dönülmeyecek köşeler. Sendelemek normal.

  Bahçesi geniş. Saçma sapan adını bilmediğim sürüyle ot. Kimsesizler sokağından geldim. İlk sigaramın dumanına tutunup geldim. Karşıya bakıyorum. Orada duruyor tüm heybetiyle. Heybet ne demek? Clint Eastwood'dan duymuş olmalıyım. Bir süre daha beklesem geri döneceğim. Kaçabileceğini bilmek adamı rahatlatmıyor. Baskı altına alıyor aksine. Lakin kendimi kanıtlamalıyım. Süt dişi çıkmamış süt bebesi miyim lan ben? Süte bayılırım...

  Ne hikayeler anlatıldı burayla alakalı. Hişttt oraya gitme, orada akrepler, çiyanlar kaynıyor. Sanki başka yerde yoklarmış gibi. Hopp küçük, sizsiniz lan küçük. Benim aslan siyahı renklerim var kuşak kuşak. Sizsiniz küçük, ibişler. Hayatın sıradan kovalamacalarında daimi ebelersiniz hepiniz. Hay ebenin... Az daha, cumburlop önümdeki kuyuya düşecektim. Savaşta, araziyi iyi tanımalısınız. Geçen hafta attığım kafa golü aklıma geliyor, rahatlıyorum. Aysel de rahat eder bensiz, gözü yükseklerde onun. Ben alçaklardayım, havalar iyi burada. Babam beni hangi sarsak trende unutmuştu? Bilemedim.

  Büyük kapıyı usulca itiyorum. İçerdeyim... Uuuuh, uuuhhh, ağğğ, ağğğğ; korkmayın ben yaptım. Hakikaten insan biraz temiz olur. Acayip huylarım var, hemen tutup birine seviyorum demek gibi. Ah, dudağımdaki uçuk. Korkmamaktan dudağım uçukladı lan. Höyt... Yola devam ediyorum. Üst kata çıkmak için yıkıldı yıkılacak bir merdiven yapılmış. Fiyuvvv, ürperdim. Ben aşağıya inmeyi tercih ediyorum. İleride de ruhsuzluk meslek yüksek okulu tercihimi yapacağım. Ruhumu çekecekler. Hissetmezsin, diyor Mr Tyler Durden. Kimse hissetmezmiş.

  Aşağıya iniyorum. Adamın teki karşıma çıkıyor. Böyle nasıl anlatsam, tuhaf duruyor. Hafif kızıla boyanmış. Etrafında taşlar var. Hareketsiz, iki ellerinde insanın içine işleyen kirazlar. Adam beni görmüyor gibi. Ne sanıyor lan bu kendini? Bir ağaç mı? Konuşmaya çabalıyorum, nafile. Sonra o bir şeyler söylüyor. "Şiir" diyor, ben "şiir" nedir diyorum. Umursamıyor. Buna katlanamam. Ben yokmuşum gibi davranamazsınız bay ukala. Ukala ne demek? Büyük ihtimal annemden duydum.

  Elime bir taş alıp, ağaca fırlatıyorum. Meyve verdiğine göre hak etti bunu. Tam alnının ortasına. Bıldırcın avlamakta madalyalarım var benim eşşoğlusu... Adam yere yığılıyor, "şiir" diyor... "Sizin hiç babanız öldü mü?" diyor. Susuyor. Ben de susuyorum. Arkamdan bir kedi yavrusu ciyaklıyor. Aman Allahım... Korkudan hemen terk ediyorum orayı. Sonra bir masal uyduruyorum, perili diye orası. İnanıyor bizim saftirikler. Ara sıra gidip ağacın kelimelerini buduyorum. Kiraz yiyorum. Ancak bu öykü burada bitmez. Aysel, ben şair olacam la...

cmlrdm


Kendini Iskalayan Filmler I: “Kanunsuzlar”


“Londra: günümüz. Kontrolsüz sokaklarda suçlular neredeyse kendi halinde bırakılmıştır. Irak’taki görevinden dönen emekli paraşütçü Danny Bryant (Sean Bean) ülkenin bıraktığın çok daha farklı bir yerde olduğunu görünce sarsılır. Bu konuda bir şeyler yapmaya karar verir. Tıpkı kendi gibi düşünen, iyiyle kötü arasındaki dengeyi çözmeye kararlı bir grup insanı bir araya toplar ve günahkarlara, adaletten kaçanlara hadlerini bildirmeye karar verirler.”


Hadi ya…

Hep iyi filmler üzerine yazacak değiliz ya… Zaten iyi film dediğin de öyle kolay kolay bulunmaz. Bakmayın, biz cepten yiyoruz. Önerilerine güvenebileceğimiz arkadaşlar var. Yoksa, şöyle bir vizyona dalınca, yıl içinde kaç tane iyi filmler karşılaştığımız sorusunun cevabı belki de iki elin parmaklarını geçmez. Bir eli geçse bile yeter aslında, hazinedir o sezon.
“Outlaw”‘ın benim için kötü film olmasının ana sebebi, kendisini ıskalaması. Evet, “kanunsuz bir dünya düzenine sıradan insanların kanunu getirme çabaları.” cümlesine indirgenebilecek, klişe sularda yüzen bir konu anlatıyor. Çekimleri ise hayli ilginç, ilginçlikten kastım; yönetmenin zihnen karışık bir halde filmi kotarmış olduğunu düşünmek. Her filmin bir ruhu vardır ve bu ruha uygun çekim teknikleri, mizansenler, müzikler vb. kullanılır. “Outlaw”‘ın ruhu ise kayıp. Kimliksel bir sorun, film henüz hamlaşmadan, senaryo geliştirilmeden çekilmiş izlenimi veriyor.

Oysa eldeki malzeme, klişelerine vesaireye (veya ana karakterin Irak’tan dönmesi sonrası vay efendim benim mekanıma neler oluyor tipi yaklaşımı :) ) ) rağmen iyi işlenebilirdi. Ya da film kendisini bu denli ciddiye almasa, biraz komedi sosuyla süslese (ki İngilizler burada da mizah yapıyor olabilir, İngiliz mizahı bazen hakikaten havada asılı kalıyor, anlaşılmıyor, kültürel bir kod ne de olsa.) eleştirilerini biraz daha iyi yapabilirdi. Ancak olmamış…
Sean Bean’e, Bob Hoskins’e rağmen olmamış… İzlenir mi, her film izlenebilir, “Outlaw” da öyle…
Cemal Erdem

Mavi Kelebek


parmak uçların ense kökümde
çizilen güneşler kirli sarı

parmak uçlarım ense kökünde
yırtılır saçların toplamı

-arasında mavi kelebek-

dokununca yıkıldı
içimin domino taşları

sessiz bilmecesin hala 
aklımın kapı aralığında

çözemedim

tül tül intihara meyilli insan

iskambil gözlerim
ve rüzgar
fiyuvvvv

dağılan bakışım

sunu

derler ki
iskambilden bakışına kent adamının
mavi kelebekler kanatlanınca

kadın ilk bilmecesini soyacak
ve rüzgar
fiyuvvv

mtnlkn

18 Aralık 2012 Salı

En Güzel Hediye


"En güzel hediye henüz almadığındır."

Samimi bir dosttan duyduğum güzel cümlelerden... O kadar yıldır öykü veya şiirler uğraşırım, hala böyle ruhu olan bir cümle kaleme almadım. Neyse, bu cümle ve elime ulaşan Yekta Kopan'ın "Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" kitabı bana çok iyi bildiğim bir hissi yeniden hatırlattı. Dost olabilmek için aynı gökyüzü altında olmanın yetebileceği. Kaldı ki etrafımda, birebir görüştüğüm kimi insanları hala tanıyamadım, değil dost olmak arkadaşlığı zaruri hale sokan (ki özellikle birisinden, o da yaşanmamışlığın açtığı yaralarla) kitleden çekindim. Tavır almaya çalıştım. Bu da başka bir yazının konusu.

Gelelim kitaba. Kitap elime ulaştığında Dostoyevski'nin "Ölüler Evinden Anılar" romanını yeniden okuyordum. Lakin öykü, şiir zayıf noktalarımdır. Üstelik edebiyatla uğraşıyor, "Gece Gündüz" programını çoğunlukla takip ediyor olmama rağmen Yekta Kopan hiç okumamıştım. Bu gibi nedenlerle kitaba sımsıkı sarıldım. Çok beğendiğimi belirterek, paragrafımı bitireyim.



"Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" bir kere ismi avuçlarıma kazımıştım bile. Bir de kitabın benim için ne denli mühim olduğunu şuradan da açıklayabilirim. Öncelikle harika bir hediyeydi, dost eli değmişti yani. Benim için seçilmişti ayrıca. Ben böyle güzel bir şeyi hak ettim mi, o hiçbir yazının konusu değil. 

Bir kitap, film benimle ne kadar geziyorsa o kadar içime işlemiştir. Bu kitapta bakalım nereleri gördü yanımda.

İzmit, Istanbul bir de Antalya(dostum sayesinde)

Şehir hatları vapuru
Halk otobüsü, belediye otobüsü
Üniversite
Esnaf lokantası
Kafe
Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Sirkeci
Sinema,
Öğrenci evi, çalışan evi
Park, Cadde

Daha sayarım da uzatmadan kitaba döneyim...

Yekta Kopan'ın kitabı boyunca oluşturduğu dil, okumamı hızlandırmasının yanında karakterlerin anlattıklarını direk bana yönelik söylemelerini hissetmemi sağladı. Hepsiyle yüz yüze geldim nihayetinde. Hemen hepsinde hayatıma paralel bir çizgi çektim. Edebiyatı da, sinemayı da böyle irdelemeye yeni yeni başlamıştım. Böyle yapmak beni okyanus dibinde nefes alabilen bir şekle büründürmüştü. Ayrıca tüm öyküler, şimdiki zaman - geçmiş kurgusunda aktarılırken, geçmiş hem hüzünle dönülen, hem de korkmadan özlenen bir zaman dilimi olarak karşıma çıktı. Bu nedenle en sevdiğim filmlerden birisi, Bergman'ın "Yaban Çilekleri" filmidir.

"Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" öyküsünde eski sevgilisiyle karşılaşan ana karakter, onun diktesiyle kart postal yazmaya başlar. Zaten yazmaya başlaması da, onun yani Figen'in dikkatini çekme amacıyla olmuştur. O dönemler bir reklam şirketinde çalışmaktadır. Evinde ise kitaplardan oluşan, değer verdiği kuleleri vardır.

"Sonra bir gün devam edemeyeceğini söyledi. "Yoruldum artık,"dedi, "inan benim için çok değerlisin ama kurmaca bir dünyanın içinde yaşayamayacağım artık. Kavga ederken bile aniden o sahne bitecek ve görüntüler mutlu mutlu koştuğumuz başka bir sahneye bağlanacakmış gibi davranmaktan usandım. Ben seninle bağıra çağıra kavga etmek istiyorum, gerekirse günlerce dargın kalmak istiyorum...""

İşte bir ilişkinin bitişi. Biz kurmaca dünyamızda mutluyuz oysa. Ancak genel itibari ile kadınların çoğu ürküyor içerisine dahil olmaya. Herkes gibisini istiyorlar. Büyük kavgalar, sıradanlık. Soru şu biz bu kurmaca dünyanın yapay insanları mıyız, siz gerçek dünyanızın kopyaları mısınız? Nasıl sevilebileceğini o kulelerin tepesinden değil en aşağısından öğrendik biz, içimize kendimizi katarak. Belki de korkuyorlar, daha önce gerçekten sevilmedikleri için. Paylaşmamak değil bu asla. 

Figen'in Amerika'ya yerleşmesi başkasıyla evlenmesi en doğrusu oldu. Bizi anlamayan insanlara tutkuyla aşık olmak da bizim lanetimiz. Napalım...

Kitaba böyle iyi bir öyküyle başlayınca onu elimden düşürmedim tabii.

"Düş Eş" ise bir baba oğul ilişkisi üzerinden güçlü bir öykü kuruyor. Erkek çocuğu için baba figürü önemlidir. İlk yaşlarında, anne oğul ilişkisi nedeniyle onu düşman olarak bellerken yaş arttıkça geçilmesi gereken bir rakip olarak nitelendirebilir. Aslında bu babanın oğluna yaklaşımıyla da doğrudan etkilidir. Öykünün en güzel yanı benim için tavla sahneleri. Tavla, baba oğul arasındaki mücadelenin önemli simgesidir. Birincisi erkek oyunudur, ikincisi erkeğin varlığını kanıtlama savaşıdır. Üstüne üstlük, öyküdeki babanın öğretmen oluşu da, disiplin ve baskı ile alakalı izler bırakır bende.

"Gözlerin doldu, ne o ağlayacak mısın yoksa? Sakın yapma bunu. Seni tanımaya hazırım. Ama yıllardır tarih öğretmeni Fevzi Bey olarak tanıdığım adamın babama dönüştüğünü görmeye hazır değilim. Sakın ağlama."

Aradaki ilişki, mesafe, çekingenlik üç dört cümlede öyle bir anlatılmış ki beni bile arada bıraktı. Evet, erkek çocuk için gelecek babasının ayak izlerinden geçer büyük ihtimalle.

"Rakı, Su ve Buz" işten çıkarılan ana karakterinin son çalışmasını bir öyküye çevirme çabası üzerine kurulu. Yine, kitabın ruhuna uygun bir biçimde geçmişle ilintili. Bu kez geçmiş, Cem isimli dostu üzerinden ve yine bir kadın gölgesiyle, Sinem'in gölgesiyle yanımıza oturuyor. Öykünün en beğendiğim noktası ana karakterin hikayesi değil aslında. Yazmaya çalıştığı Fahrettin Serimoğlu'na ait hikaye... Pek çok sanatçıya tesadüf etmek mümkün anlattıklarında. 

"Benim derdim vefasızlıkla... Bak şu elimdeki küçük fotoğraf albümünü görüyor musun? Ben bunun adını "Vefasızlar Müzesi" koydum."

"Maskeli Süvari" ise bana en çok dokunan metinlerden birisi oldu. Sımsıcak bir hüzünle sarılı öyküde toplu iğnelerle ruha iliştirilecek cümleler mevcut. Bu defa geçmiş, bir amca yeğen ilişkisiyle kurulurken işin içine giren nesneler belirginleşiyor. Çocukluk öyküde de dediği gibi kapı girişinde bekliyor. Öyküyü okurken hissettim şey, aniden büyüyüp, çocuk olduğumdu. Şaşırmıştım buna, bu hızla değişmeye. 

"İşte şimdi amcamın, "Bir kere aşık olunur oğlum," dediği anda, babamın, "Yine mi Roksan meselesi?" dediğini hatırlar gibi oluyorum.

Amca yeğen ilişkisi dışında (ki yine babanın da önemli bir rolü var öyküde) yukarıda kendi cümlemi görmek beni hem mutlu etti, hem yeni açmazlara yönlendirdi. Varsın olsun...

"Oyun Evi" kitabın çok sevdiğim öykülerinden. Birincisi büyümeyi reddetmek gibi harika bir içeriği var. İkincisi dramatik yapısı da incelikle kurulmuş. Çoğunlukla mizahi bir tonu var. Yer yer de duygusal gerçekçi. Öyküyü zihnimde canlandırdıkça kendimi gülümsemekten alamıyorum. Büyümek kendini kaybetmektir benim için. Hem bunu istemeyecek hem de işi eyleme dökeceksin. Kesinlikle cesaret gerektirir.

"Salih'in kırmızı armonikasından daha gösterişli bir armonika alarak onu rezil etmeden ve Eylül ayında düzenlenecek "En Güzel Uçurtma" yarışmasında birinci olmadan harekete geçmeye niyetim yok."

-en güzel uçurtma-

"Elma Ağacındaki Cadı" üniversite yıllarına dayanan bir anlatı. Daha çok iki kişi arasında bilinen bir duygunun asla dile getirilmemesi üzerine kurulu. Üniversitenin bitmesinin ardından yapılan bir arkadaş buluşmasıyla başlıyor öykü. Sanırım kitapta bu denli bol karakterli başka öykü yok. Bol karakterli ancak hepsine oldukça iyi tanıyabiliyoruz. Çocukluk arkadaşlığının besledikleriyle, gerçeğin direttikleri arasında gelgitler...

"Her şeyi bir kenara bırakıp uyumak istiyorum. Ama Zümrüt'ün sesindeki üzüntü ve sinir, beni tedirgin etti. Kahveyi filan boş verip, kitabın sayfalarını karıştırmaya başlıyorum..."

"Çıkış Noktası" depremle alakalı bir öykü. Bu defa geçmişten gelen baskın karakter anne. Ana karakterimizin ise burada değinmeyeceğim çok ilginç bir huyu var. Öykü boyunca gerilim yüksek. Geçmiş, şimdiki zamana döndüğünde işin rengi değişiyor hep. Tüm öykülerde böyle ya, burada sıkışmışlık hissiyatının verdiği bir duygu da söz konusu. Işığa ulaşma çabası, hepimiz için aynı...

"Aklıma çocukken annemle sinemaya gittiğimizde karanlıktan nasıl da korktuğum geliyor. Salona girmeden önce gözümü kapatıp açar, içeride film başlayıp da ortalık biraz olsun aydınlanıncaya kadar geçen karanlık sürede korkmama alıştırmaları yapardım."

"Mevsim Normalleri" haber kameramanlarını odağa alan bir öykü. Kitabın en etkileyici metinlerinden biri. Üstelik sanırım toplumsala en yakın duranı da. Sonuna değin büyük merakla okunuyor. 

"Bana gördüklerinizi getirmeyin. Bana gördüklerinizin ardındakini getirin..."

"Köprüden Görünüş" karakterine en sinir olduğum öykü. Bir nevi "büyük umutlar" öyküsü. Büyük şehir rüyası. Fakat dahası mevcut. Kültürel algıların değişken olduğu, bazılarının amaçları uğruna değişmeyi önemli saydıklarına dair. Ayrıca geçmişle ilintili üç kişilik bir aşk öyküsü de barındırıyor. İnsanların kendini büyütme yolundaki adımlarına tuhaf bakıyorum. Tuhaf değil ama ya önceki kişi sen değildin, ya bu sen değilsin. Başıma geldi de biliyorum. Çok sevdiğiniz bir insan değişirse siz kanarsınız, onun umrunda bile olmaz. Hele bir de öyküde İngilizce vurgular yok mu...

"... Yenilen, biralarla hamburgerleri ısmarlıyor. Dostunun bowling turnuvasından kupası bile var. Salonda adım "Storm" a çıktı. Yani bowlingde fırtına gibi esiyorum."

Peh...

"Yayınlanmamış Bir Söyleşi" ise bir öykücüyle yapılan söyleşiye yer veriyor. Neden yayınlanmadığını ise söyleşiyi okudukça idrak ediyorsunuz. Fazla ipucu vermek istemiyorum hakkında. 

"Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri" geçmişle örülü, dostluk, yalnızlık, aşk, aile ilişkileri öyküleri. Bir fincan kahve eşliğinde, masanızda menekşeler, oda perdeniz kapalı okumak harika oluyor.

Beni Yekta Kopan ile tanıştıran dostuma çokça teşekkürler...

Metin Çalışkan

14 Aralık 2012 Cuma

Ayıp Olmaz Mı?



"Mor ve Ötesi" ülkede iyi müzik yapan gruplardan bir tanesi. "Ayıp Olmaz Mı?" şarkısı sevdiğim parçaların üst sıralarında yer alır.

Atılalım oyundan
Benzemeyip kimseye...

Cemal Erdem

Otomat

21:00

Sondan bir önceki metro... Sondan bir öncekinin kıymeti yadsınamaz... Sanılanın aksine ilk veya son akılda kalmaz. Onlar hazırlık ve nihayete ermektir. İkinci ile sondan bir önceki caziptir. İkinci aşk, sondan bir önceki intihar denemesi. Aynadaki ışığı söndür.

Yayıncı tarafından reddedildi. Kaçıncı defa. Çalmadık kapı bırakmadı. Faydasız...

Metro istasyonunda sondan bir önceki metroyu bekliyordu. Meteliksiz... Cebinde beş para etmez şiirler. Dergilerin, sevdiği kadının gözlerinin yatay çizgiler çektiği şiirler. Sınır sınırsızlığı doğurmaz...

İki dakika...

Göz ucuyla metronun gelişini haber veren sayaca baktı. İki dakikadan geri sayıyordu. Ağzı kurumuştu aniden, cola otomatı birkaç adım uzaktaydı. Parasızlığın, edebiyatın, aşkın içine...

Bir dakika...

Hiçbiri yetmez gibi kira zamanı da gelmişti. Fakat uyarmışlardı onu; git adam gibi bir iş bul, evlen... Yuvanı kur, vesaire... Vesaireler adamın gırtlağına batan toplu iğnelerdir ahali. Peh, bu cümle için de para alamayacaktı.

Kırkbeş saniye...

Tanıdığını varsaydığı, aşık olduğu kadına yazdığı son şiir de cebindeydi. Portakal çiçekleriyle bezeli, üst düzey lirik alt düzey gururlu bir şiir. 

Sağ elini, pantolon cebine soktu. Şiirleri çıkardı. O şiiri buldu. Şiirin yazılı olduğu kağıdı katladı. Otomata yürüdü. Denemekten zarar gelmez...

Yirmi saniye...

Şiiri, kağıt para girişine yerleştirdi. Seçimini yaptı. Kağıt paran varsa dilediğin seçimi yapabilirsin. Bozuk parayla olmaz ama. 
Otomat pürüz çıkarmadı. Kutu cola çıkış bölmesine düştü. Colayı aldı. 

Metro istasyona varmıştı.

Gececi, colayı içerken metroyu umursamadı. Son metroyu bekleyecekti...

mtnlkn

How To Get Ahead in Advertising - Don't care


"Dünya büyük bir dükkan
ve sahip olmak istediklerin için ödeyecek paran yoksa bir hiçsin..."
Klasik İngiliz komedilerinin izinden giden, fantastik soslu bir film. Aman aman bir yapım olarak gelmeyebilir. Lakin altmetniyle, söylemleriyle kesinlikle dolu bir seyirlik. İzlerken; Etkar Keret'in "Kapı Birden Vuruldu" kitabındaki "Basur" öyküsünü anımsattı bana...
Bazı sahneler, monologlar hakikaten sarsıcı. Halbuki bazılarımız için bildiğimiz şeyleri söylüyor gibi gelebilir. Yine de duymak, duyduklarımızın nasıl söylendiği, önemli. Üçüncü dünya savaşının, hamburger savaşlarından çıkacağı teorisi bile izlenir kılıyor filmi. Bir de; "gerekirse margarinlere çip takarım, tuvalet kağıtlarına vitamin eklerim...", "hidrojen bombası bile satabilirim..." , "atom bombası satmak için önce korku satmalısınız..." vb...
Bir kitap vardı; okumadım da; "anneme reklamcı olduğumu söylemeyin o beni bir genelevde piyanist sanıyor" isimli. Hım...
Beklentisiz, hatta beğenmeyebileceğiniz bir dürtüyle kesinlikle izleyin... Algılarınız tamamen açık halde...

Metin Çalışkan

13 Aralık 2012 Perşembe

Apartman Boşluğu

"İkinci kahvem gelince kulaklıkları cebimden çıkartıp Ceren'e uzattım. İki beyaz kordonun ucuna bağlı minik hoparlörleri eline aldı. En hayati iki iç organımı dışarı doğru çekip uzatmıştı sanki. Beyaz kordonlar, sinirlerimle birlikte gerilirken gülümsedi. Bu gülümseme, Ceren'in cephaneliğindeki en etkili siilahtı.

"Ne bu?"
"Benim bestem. İki tane. Stüdyoda kaydettik. Albüm çıkartmaya hazırlanıyoruz."

Stetoskopla kalbimi dinlemeye hazırlanan bir doktor gibi kulaklıkları dikkatle kulağına yerleştirdi. Kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Mp3 çaları çalıştırdım. Bir sigara yakıp önüme bakarak bekledim. Biraz sonra kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Sigaradan derin bir nefes çektim. Dumanı ağzımın içinde tutup Ceren'in ağzından çıkan dumanları izledim. Sesim kulağındaydı. Şarkımı dinliyordu. Ender'e dinletirken hissettiğimden çok farklı bir duyguydu hissettiğim. Korku değil, utanç... Tarifsiz, derin ve yıpratıcı bir utanç... İlk şarkının ortalarında olmalıydı. Çok etkilendiğini açık eden samimi bir ifade vardı yüzünde. Bu o kadar içten bir bakıştı ki, utancım ikiye katlandı. Ağlayacak gibi oldum. Şarkıların nasıl ortaya çıktığını, daha doğrusu nereden çıktığını anlatmak istedim. Bir tek ona... Tüm ayrıntılarıyla...

Beste yapmak için eve kapanan bir müzisyen, evden gelen tuhaf sesler, evin duvarındaki karanlık delik ve sahipsiz şarkılar... İlham perili bir evde geçen; yaratıcılık, esinlenme ve santaçı egosu üzerine bir psikolojik gerilim..."


(Alıntı - Oğlak Yayınları)

Hakan Bıçakçı günümüz edebiyatının tedirgilik uyandıran, genel havası çoğunlukla kasvetli metinlerinin çoğunlukla uzlaşmaz (en azından su dibine çekildikçe) yaratıcısı. "Apartman Boşluğu" onunla tanışmama vesile olan kitap. Tabii ilk olarak ismi dikkatimi çekmişti. Zira bazen dakikalarca apartman boşluğunu izleyip, dinlerdim. Çocukluğumda gizli gizli, artık alenen. Çocuklukta gizlenen şeyler büyüdükçe ortaya serilir. Bu yüzden çocukluk ölmeye mahkumdur (gelecek haftanının yazı konusu)...

"Bu gezegende korkmamız gereken tek yaratık insandır."

C.G.Jung

"İnsanın en büyük düşmanı, doğrudan doğruya kendisidir."

Cicero

Kitap yukarıdaki iki alıntıyla başlıyor. Biri psikoloji uzmanı, analitik psikoloji kurucularından Jung'dan, diğeri; devlet adamı, felsefeci Cicero'dan. İki farklı ismin alıntılarındaki ortak payda "insan doğasının kötücüllüğü" olunca, kitabın genel hatlarına dair tahminde bulunmak da güç olmuyor.

Kitabın kanımca dikkat çekici özelliklerinden biri; ana karakteri Arif. Orta sınıf mensubu, eski reklamcı, metin yazarı Arif. Bir müzik grubunda solist. Fakat işten atılana dek müziğe çok zaman ayıramıyor. Tutkusu olmasına rağmen. Bu noktadan hareketle, tutkularımızı sınırlayan gündelik koşuşturmalardan bahsedilebilir. Sistemin dayattığı biçimde hayatta kalmak ile kendi dayattığın biçimde hayatta kalmanın koşulsal ikileminden. Misal ben de, Karadeniz'de bir orman kulübem olmasını, devamlı yazmayı, film izlemeyi isterim. Lakin nasıl? Arif'in işten ayrılıp da yeni evine taşınmasıyla başlayan sürecin beraberinde yaratıcılığı getirmesi de manidar. Hafif sıyrıklarla sistem dışına ufak ufak çıkabilmek... Tüm olumsuzluklara rağmen ikilemin, çatışmanın bilincinde olup yapılmak istenenlerle alakalı mücadele etmek de pekala mümkün. Hatta yadsınamaz.

Kitabın temel çatışmalarından birisi ise Arif'in apartman boşluğu ile ilişkisi minvalinde beliriyor. Apartman boşluğu sayesinde iyi besteler yapan Arif (ki kendisi aslında bir cover grubunun solisti, kendi besteleri yok) yaratıcılık gücünün büyüsüne kapılıyor. Kendi yaratımı olmayan çalışmaları kendisininmiş şeklinde sunuyor. Önceleri gizemi, apartman boşluğunun gizemini merak ederken, sonraları onu yeni besteler üretecek bir mekanizma olarak görüyor. Merak kendisini, yaratıcılığın tükenme korkusuna bırakıyor. Arif'in reklamcılık yapması, metin yazarlığından kovulması tamamlayıcı nitelikte.

Son olarak Bıçakçı kitaplarının çoğunun sinematografik atmosferiyle de iyi kurulduğunu belirtelim. Yazar da röportajlarında sinema düşkünlüğünden bahsetmektedir. Okunmak için iyi bir seçenek Hakan Bıçakçı.


Rüya Çıkmazı

böğrümü didik didik eden aydoğmaz kargaları
intikamınızı sıyırın da yitirdiğiniz meleğe dönün

küle doğan iplikçi cadı
ruhu çekilen bez bebek
aşk lanetli yağmur ormanı

işaret parmaklarının birleştiği
poseidon çatısından atlayan adam

düşünür;
intihar fikri olmasa
çoktan öldürürdüm kendimi

ulan yaşamak hangi çıkmaz sokak
dönülmez caddenin köşesindeyim

cadı çamur yıldızında
elinde bez bebek

kim olsa bu yaşamak harında
çemberin içine düştükçe çürüyecek

Anka gözyaşı
uzak çok uzak ihtimal iyileşmek

serçe parmaklarının birleştiği
gayya çatısından yükselen kadın

düşünür;
yaşamak fikri olmasa
çoktan hayatta kalırdım

toprak suya kanar

cadı yutar bez bebeği
söker ipliklerini

tahammül edilemez intihar şiirleri 

Metin Çalışkan

(Albert Camus; "Dünyadaki yegane felsefi sorun, intihardır."

11 Aralık 2012 Salı

Kapanış Öyküsü

Ö'ye...

Sana tüm bunları bağıra çağıra söylemek isterdim. İçim dökülsün diye, içim bu kez sen dışında bir yere dökülsün diye... Ancak üst düzey empati yeteneğin, söylediklerimi, yoksunluğuma bağlardı. Merak etme;
"Herkesin Keyfi Yerinde"...

Sen sen olmayı bıraktığında domino taşlarına dokundum. Yıkılmadan toparlanan hiçbir şey yoktur dünyada... Belki başka galakside vardır. Ben bilmem. Ben zaten hiçbir şey bilmem.

Hadi kabulüm, zihnimde tasvir ettiğimden farklı çıktığını idrak ettim. Ancak kendine yaptıklarını sineye çekemem. O denli sığ bir perspektifle bakıyorsun ki. Üstelik öyle yapmaman gerektiğini biliyorsun. Lakin haline bak, kibirle, küstahlık arasındaki ince çizgine bak. Herkes gibisin, herkes gibi olmak; kolaya kaçmaktır. O zihnime maket bıçağı ile müdahale edip, tasarımımı kesip atmak istiyorum. Çünkü o zaman senden bir şeyler kalacak bana. Tek kişilik dev bir sahnenin tozunu yutmama rağmen, o anlardan mutluyum hala.

Giyim kuşamın, tepkilerin vesaire... Bana mı düşer lan bunları yazmak. Katiyen bana düşmez. Süreç göz önüne alındığında bana düşmeyen çok eyleme kalkıştığımın farkındayım ama. Büyük ihtimal çok başarılı olacaksın. Başarılı bir adamla evleneceksin; "Aşk ve Küller" de sanırım; Gosling repliği; "Kadınlar aşık olmaz veya aşık oldukları adamla evlenmez, kendilerini güvence altına almaya bakarlar..." bu denli acımasız değilim tabii. Yine de algıda seçicilik önemli mevzu. Freud Emice'ye sor dilersen.

Kendini suyun akış yönüne bırakma... Silkelen biraz, toparlan. Herkes adına yapabileceklerin mevcutken...

Beni geç... Ben üçüncü sınıf bir kitapçıda çalışacağım. Sen öyle bir yerin olduğundan bile bihaber. Senin gibisinin yolunun asla düşmeyeceği bir mekan orası. Benim gibisinin ise çıkmak bile istemeyeceği... Zaten karşılaşmamamız en iyisi. Cebimde senin sen olduğun zamanlardan bir şeyler kalsın.

"Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda"
kurtulmak isteyene!!!

Elveda...

(asla tamamlanmayan yap-boz)

cemal çalışkan

"Sonsuzluk ve Bir Gün" - Angelopoulos Umudu


Yarın ne kadar sürer...
Sonsuzluk ve bir gün...

Angelopoulos Umudu...
Filmi çok sevdim. Öncelikle "Yabancı Çilekleri" (ki Bergman'dan favori filmlerimdendir...) filmine benzer yapısı ilgimi çekti. İkincisi, Angelopoulos filmlerinde görmeye pek alışkın olmadığımız bir umut tasviri ve geçmişle barışık bir özlem "Sonsuzluk ve Bir Gün" ü güçlü kılan yanları. Üstelik ana karakter kanser... Lakin kanser hücrelerini bile gözardı edebileceğimiz şeyler vardır. Çıkarsız sevgi, yaşama özlemi...
Yönetim açısından da Angelopoulos'un en iyi filmi olduğunu düşünüyorum. Sekans ustası, tüm birikimini bu filme katmış sanki...
Bir de şiir vurgusu tabii. Sözcük aramaya çıkmalıyım...
Yeniden döneceğim...
Cemal Erdem

Mizah, Nejat Usta...

Birkaç gündür net üzerinden Nejat Uygur'un oyunlarını izliyorum. Didik didik gülerek... Evet, insan ömrü boyunca çok az doğru terimi bulabilir. Şu an bana tesadüf etti. 

Oyunculuklar çok iyi, metinler çok iyi... Ancak asıl dikkat çekici nokta; siyasi dokundurmalar. Nejat Usta dışında izlediğim Zeki-Metin oyunlarında da olan, Ferhan Şensoy oyunlarında da mevcut siyasal hicivler. Ki bazen alenen isim vererek, onları oynayarak. Ardından düşündüm ki, özgürlüğün, sinmenin ana damarı mizahın toplumdan, siyasetten uzaklaştığı yerdir. Bu nedenle karikatürler baştacımdır şu günlerde. Herkes yapacak diye bir kural yok tabii, kimse de yapmayabilir. Yine de mizah büyük bir savunma mekanizması, güldürü ise güçlü bir eleştirel yaklaşımdır.



Özellikle;

Nejat Uygur - Zamsalak

Zeki-Metin - Reklamlar

Ferhan Şensoy, herhangi bir oyunu 

İzlenmeli; (tube da mevcut)

mtnlkn


8 Aralık 2012 Cumartesi

Geceyarısı Paris Treni saat kaçta?


Öncelikle iyi bir hazır puding tarifi ile :) başlayalım... Bu filmle çok iyi geliyor. Bir dahiliye uzmanı olan DR. Ötker'in muzlu ve çikolatalı pudingleri ayrı ayrı hazırlanır. Önce Çikolatalı kısım servis edilecek bardağa vb. objeye doldurulur. Ardından biraz evvel kırdığımız bebe bisküvileri konulur. Devamında muzlu puding (ki içine biraz portakal kabuğu atılırsa nefis olur) ile nefis tatlımız hazır. Üzerine yine biraz bebe bisküvisi serpilebilir. 
Allen filmleri açısından sığ bir insanımdır. Çok fazla yapımını izlemedim. Hepi topu üç tane. Ancak üçünü de beğendim. "Radio Days", "Match Point", son olarak "Midnight in Paris"... Üçüncü filmi daha fazla beğenmemin asıl nedeni Paris'e olan takıntım değil. Kaldı ki Balkan ülkelerine veya, İskoçya, İrlanda, Galler gibi yerlere çok daha takık biriyim. On puan vermemdeki niyet kesinlikle Owen Wilson'ın içinde bulunduğu haleti ruhiye... Artı Scott Fitzgerald, Hemingway, Picasso, Dali gibi sanatçıların resmi geçidi. Son unsur ise tabii Marion C. faktörü. Tahmin edilebilir öykü ilerlemesine rağmen, o geçmiş zaman yağmurunda ıslanmak harikaydı. Biliyorum ki bazılarımıza da "eski zamanlarda yaşasak mutlu olurduk" hissi hakimdir...


Filmin temas ettiği güç sorunsala da dokunduralım. Marion ile Wilson'ın bir konuşmalarında, aslında çoğu insanın altın çağı geçmişte aradığı ortaya çıkıyor. Demek ki geçmiş, şimdiki zamanın olursa bu defa da daha geriye gitmek gerekecek. Yani bir döngüye hapsolmak kesin. Ne yapılabilir peki? Kendi karakterini koruyarak geçmişi şimdiki zamanda yaşatabilirsin belki. Güç ama imkansız değil. İnsanlar sana anlam veremez böyle yaptıkça da senin için çok önemli değil. Kurmak istediğin hayatı kurmak en değerlisi...
Metin Çalışkan

Günlükler

X için...

Zamanı, mekanı eğip bükebilseydim, o bana teşekkür edişini sonsuza dek duymak isterdim. Oysa senin için ne denli basitti. Alt tarafı masayı rahat silebil diye küllüğü kaldırmıştım. Yitik bir kahraman edasıyla. Sen de gülümseyerek teşekkür etmiştin. Ben ise rica ederek, diyaloğu gayet salakça bir biçimde sonlandırmıştım.

Bir sorun daha işte. İnsanlara basit gelen, sözü edilmeye değmez şeyler benim için gayet karmaşık, güzel ve manidardır.

Farkında değilsin, bir teşekkürle içimin narını açtın, parça parça, çok iyiyim şu anda...

cmlrdm

Masa Analizi

anahtar, 
             kahve kupası,
                                   açılmamış soda,
                                                           ağrı kesiciler,
                                                                               yarısı bitmiş çizi paketi,
                                                                                                                  bilgisayar,
                                                                                                                                  not kağıtları,
                                                                                                         okuma lambası ,
                                                                                                   uhu,
                                                                                   mandalina,
                                         Turgut  Uyar - Büyük Saat,
Metin Eloğlu - Bu Yalnızlık Benim,
                                                     "Tepedeki Ev" dvd,
                                                                                   ıslak mendil,
                                                                                                      dağınık hüzünler

Masa da masaymış ha!!!

Metin çAlışkan

Flashback


Flashback

bıçak kalpten çıktı

önce ellerini vazoya yerleştirelim
ardından gözlerini cam kenarına
dudaklarını vestiyere asman
tenini en sevdiğim filmin
kötü kadını ilan etmen
nicelik değil nitelik mühim
aşk ile nefret arası mukavelede
şarampole, uçuruma yuvarlanacaksak
ikimizin birbirine karışması mühim

önce ellerini sulayalım
ardından gözlerin perdesini açalım
dudaklarına dudaklarımdan bir atkı
tenini kötüyken seviyorum napalım
maket bıçağı ile
ekmek bıçağı arasındaki
derin farka kafa yoralım
tavanı gökyüzüne boyarken

fısıldayalım nihayetinde
cinayete karar verelim

sen bıçağı tut
ben kalbimi

sen bıçağı doğrult
ben kalbimi

ben kalbimi
bıçağa saplarım

sen suskunluğunu ört üzerime 

mtnlkn

7 Aralık 2012 Cuma

Günlükler

4 Aralık 1989

Ben kaçıyorum Muhittin Abi... Dünya acıları kesindir... Kesin, kes... Bana şans tanındı ne yapayım? Reddetmek yakışık almaz.

"Ay Ecesi" - Ferhat ile Şirin

Absürd haller...

Misal iyi bir kitap okuduğumda, "yok artık" diye bağırırım. Kahkaha atarım, içimde uçurtmalar yükselir. Aklın sınırlarını kaldırmalı zaten, 21. yüzyılda kurtuluş: "delilik" ile...

İyi bir film, iyi bir oyunda da aynı etki olur ancak bağırmama gerek kalmaz. Çünkü sessizlikle karşılarım yaşattıkları keyfi...

Vesaire vesaire..

"Ay Ecesi" oyununda da aynen böyle hissettim. En önde oturuyordum, ilk kez "Devlet Tiyatroları" kapısını aralamıştım. Sahne burnumun dibindeydi. Ben Ferhat'ın gizli sırdaşıydım. Ferhat'ın ve Ay Ecesi'nin... İktidar, güç, intikam... Oyun neresinden okunursa iyi noktalar yakalanıyordu. Belki iktidara sert bakışı bir süre sonra kayboluyordu ama olsun. Oyunda şunu anladım asıl; iki insanın kavuşamaması mucizeydi, kavuşması değil... Kaldı ki hepimizin zihninde beslediği, kendi yaratımı olan karakterleri vardı; onlardan birine rastladığını sanman an meselesiydi. Ardından aslında onun gayet normal, tipik insanlardan olduğunu, beklentilerinin hayal gücüne kurşun sıktığını gördüğünde hayal kırıklığı yaşıyordun.

Nihayetinde tüm kitap ve filmlere sövüyor, başın sıkışınca yine onlara sığınıyordun. Onlar ki seni sorgusuz sualsiz kabul ediyordu. Sen ki onlara sorgusuz sualsiz teslim oluyordun...

Yaraya tütsü...

mtnlkn

"Martin Eden" Olabilmek veya Olamamak

"Bazı kitaplar, okurken insanın dudaklarını kanatır."

Martin Eden ile oturup sohbet etmenin keyfini hep yaşayacağım. Onun kadar beni etkileyen insan azdır. Hakikaten üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen Martin'in hikayesini hala sahiplenirim. Basit bir tutku ideal ikileminden fazlasını ifade ediyordu o. Can kulağıyla dinliyordum anlattıklarını. Bir gün Istanbul'a davet ettiğimde gözleri ışıldamıştı. Kısmet olmadı... Erken demir aldı bu taraflardan. Oysa ki biliyordum Istanbul'u görse yaşam halkasına yenisini ekleyebilirdi. Biliyordum o bana Istanbul'u anlattığında ben yeniden kentin zehrine, panzehirine aşık olabilirdim.


Lakin neyin farkına vardı da göç etti? Yazarlık hayatını besleyen aşk olgusuna karşı mı kendini biledi? Yoksa yazdıkça, idrak ettikçe bir ikileme mi düştü? Yazmak = mutsuzluğa yol almak... Pupa yelken idrak etmek... İnsan en çok elinden gelmeyecek şeyler için, ulaşılmaz için çabalarmış. Sen neye ulaşamadın Martin? Neden çekip gittin, beni yalnız bıraktın? Biz birlikte olsak ben böyle olur muydum? Oysa henüz görmediğimiz denizler vardı... Sen hangi kadında boğuldun Martin?


Sevgiler Cemal Erdem




"Savaşın Çiçekleri" - Güller De Kanar



Öncelikle filmi izlerken, bir suare (suare: bknz; filmlerim.com) filmi olması dolayısıyla biraz tuhaf hissettim :)) sanki filmin vizyona girmesine vesile olmuşuz gibi. Hatta jenerikte rumuzlarımızı aradım, fakat Çince ile karışık yazdığından tam olarak algılayamadım.
Filme dönecek olursak;

Gerçek bir insanlık suçunu mercek altına alan "Savaşın Çiçekleri", tarihsel bir olaydan kurmacaya ulaşıyor. Evet bunu yapan çokça film gördük. Hatta çok fazla... Lakin hepsi olayları farklı bir noktadan yakalıyordu. Ya da şu; "Evet tüm hikayeler anlatıldı, fakat kimse bunları senden dinlemedi." sözünü hatırlayarak filmi izlerken sorun yaşamadım. Üstelik bilmediğim bir gerçeği bana anlattığı, araştırmama vesile olduğu için de film ayrı önem kazandı gözümde.
Neresinden takılıp anlatsam bilemiyorum. Öncelikle Bale'den bahsedeyim. Klişeye yönelen karakterine rağmen vasatın üzerinde bir performans sunuyor. Özellikle vurguları bir harika. Ardından da, filmin sinematografik açıdan doyurucu olduğunu, hatta savaş sahnelerinin (ki yönetmenin bu sahnelerde (silah ne olursa olsun) tecrübeli olduğu aşikar ) Hollywood'a şapka çıkarttıracak nitelikte çekildiğini belirtelim. Uzun sayılabilecek süresinin de senaryo değişkenleriyle aksamadan eridiğine de değindikten sonra, çoğunlukla sinir bozan, fakat izlenilmeye değecek bir yapımın karşımızda durduğunu hatırlatalım. Özellikle kısır vizyon döneminde oldukça ideal bir seçim olacaktır; "Savaşın Çiçekleri"...
Metin Çalışkan

6 Aralık 2012 Perşembe

Kelimelerin Biçimi

Ruby Sparks'ın sonu tatmin edici değil aslında. Klasik Hollywood romantik komedilerine öykünme. Oysa ki çok iyi giden bir filmdi. İyi giden şeylerin genellikle iyi bitmemesi hayatın tuhaf klişesi. Hepsine rağmen filmi çok beğendim. Ana karakterle epey özdeşleştim.

Yaşama paralel cümle;

Ben onu o olmadığı için sevdim,

O beni ben olduğum için sevmedi...

Zihindeki şablonlara uymayan insanlar olması çok sevindirici. Ancak bu süreci erken aşmak gerek. Uzadıkça tadı kaçıyor. "İnsan Tanıma Sanatı", Meydan Larus/tan fazla ciltli ansiklopedik eser olmalı. Ki hiçbir şey meydanda değil, oysa her şey ortada...


cmlrdm

Günlükler

Günlükler... 1, 2...

Günlük tutmanın en iyi yanı ileride bakıp hatıra ormanlarında safariye çıkmak değil. Zamanı yenebildiğin, olayları şekillendirebildiğin gizli bir alan oluşturması... Misal ayın ikisinde ayın biri için yazabiliyorsun. Ya da benim ara sıra yaptığım şekilde kendini geleceğe yollayabilirsin. Üstelik istediğin yere. Olayları dilediğince oluşturabilirsin. İstediğin insanı yanında tutabilirsin...

Güzel bir örnek;

28.11.2012

Günce'ye

Umarım karşılaşırız günün birinde. Milyonlarca ihtimalin birbirini iteklediği bir tesadüf eşliğinde. Sonra eve gideriz. Herhangi bir ev değil ya da ne fark eder? Sen hep konuşursun evdeyken, ben hep susarım. Ardından elektrikler gider. Biz gitmeyiz ama... Ben hep konuşurum karanlıkta, sen susarsın. Birlikte uyuruz, sarılarak...



Mucizenin özü Günce'nin varlığına inanmam. Onu günlüğe taşıyarak kanıtlamam. 
Genç edebiyat heveslisi....

Düşekaçan


Düşekaçan

demiri sıyrılan passın bir avuç

mor sızıntılı beyaz
aman be
amma yırtık göğün göğsü

radyoaktif yalnızlıklar yeşil balıklarda

ışığı suya kırsam ne fayda

ala geyik gözlerime
hangi sevişin
kaçıncı nefes diliminde
denk düşer
yeşil cin
pamuk prensesi
kana boyarken
imbat ormanında

aydınlık çarmıha gerili
ense kökümde kilitli dövme

tırnak uçlarım kum
kaleleri yıkmaktan

dişlerim ada çayı
aranıyorum

tüm otları tek tek
yoluyorum

bir bitki
adı düşekaçan

uyanık vaziyette
rüya avlayan

Metin Çalışkan

4 Aralık 2012 Salı

Kimin Sinemaları...

Sinepop gitti elden... Nihayet... Sıra Beyoğlu Sineması'nda. Çok konuştuk bu konuyu. Durmadılar, kamuoyu oluşturuldu kaç defa, yılmadılar. Değişen dünyanın değişen sinema salonu konsepti. Hadi be!!! Bakınız, gerçekten sinemaya tapan seyirci ile vakit doldurucu seyirci arasında ciddi bir fark vardır. İlki, kar kış demeden bir film için her yolu aşar. İkincisi umursamaz. Fark kapansın istiyorsanız ayrı mevzu...

Kapatın tek tek nevi şahsına münhasır salonları. Kapatmadan önce şunu araştırın ancak, o salonlar kaç sinemacı yetiştirmiş bugüne dek? Kaç film fikrine kapılarını aralamış? Sonra yine kapatın. Kapatmasınız da alışveriş merkezlerine sıkıştırdığınız izleyici kitlesi ile kapanmasına yol açın.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Aşk Üzerine Teoremler

Dün gece saat kaçtı? Neyse mühim değil. 
Otobüsteyim veya bir vapurda... Zihnim dağınık. Aşk üzerine konuşan dört kişilik bir gruba takılıyor gözlerim. Ah o ne filozof çözümlemeler. Sağlam dayanaklar, sanki bu mevzularda dayanacak bir yer bulunabilir gibi. Ah ihtişamlı materyalizm... İroni!!! Sorunsallarına değinmeyeceğim. Özel meseleler, umumi bir mekanda konuşulması gerçeği değiştirmez, pekiştirir hatta.

Benim de sorularım vardı da soramadım;

Sayın öhöm, sayın Kant ve ahalisi...

1_ Gerçekten tanıyamadığın, zihnindeki şablona yerleştirdiğin bir kadını unutmanın en iyi yolu nedir?

2_ Dört yılda, beş yılda bir insanı tanıyamama çelişkisi nasıl aşılır?

3_ Aşkın karşıtı var mı?

4_ Hayal kırıklıklarından yeni hayallere ulaşılabilir mi?

Tezleri bekliyorum...

Düşünmüyorum ulan yokum ben...

Midem sesleniyor, soda zamanı...

Üç Nokta...

Pek kaale alınmaz ya... En sevdiğim noktalama işaretidir... Bir şeyler nihayete erse de... Bitmediğine, bitmeyeceğine, devam edeceğine inandırır beni... İnsan en çok bu tip süreklilik çözümlemelerine kafayı takar... Döngü aslen üç noktanın gayri meşru çocuğudur... Bitti...

"Hikayem Paramparça"



Emrah Serbes... Uzun süredir bir yazarın yeni kitabını böyle beklememiştim. Ancak ne hikmetse, ilk defa tanıştığım yazarlarda olan şey yeniden kendini gösterdi. Hangi sıra, yeni ve sevdiğim bir yazarla tanışsam, gelecek kitabını uzun süre beklememe gerek kalmıyordu. Grange ile aynı evrende buluştuğumuzda böyle oldu... Keza Chatam ile, Auster ile... Nihayetinde, "Erken Kaybedenler" i apar topar lakin telaşsız okuma günlüğüme kattığım Emrah Serbes ile...

Kitaptan alıntı yapmak (ki bolca yaptım, gözbebeklerime kazıdım bazılarını), kitabı uzun uzadıya çözümlemek yahut hayatımla ilişkilendirmek için henüz erken. Şimdilik yazdıklarım ağza sürülen bir parmak bal niyetinde olsun... Hiçsiz bırakmayacağım ya... O kadar da değil...

Serbes'in kitabın başında belirttiği biçimde; "Afili Filintalar" blogunda, "Afili Parçalar" yazıları arasından seçtiği metinler "Hikayem Paramparça" kitabını oluşturuyor. Önyargıya lüzum yok... Blog denilince çekinmemeli, tüm  anlatıların iyi yazılmış olduğu aşikar. Üstüne üstlük, kitabın bir güzel yanı da, kitabı edindiğinizde ufak bir de fotoğraf albümüne sahip olmanız. Tıpkı Serbes'in yazdıkları gibi hayatın tam içinden.

Şimdilik son söyleyeceğim; kitap kesinlikle beni parçalarken toparladı. Nasıl toparladı; sanırım insan parçalanmadan toparlanamaz. Öyle yani... Tüm satırlarla özgürleştim. Tekrar döneceğim...