31 Mart 2013 Pazar

Festival Notları 2: A Glimpse Inside the Mind of Charles Swan III





Charlie Sheen odaklı senaryosu, sırıtmayan oyunculukları, gerçekten iyi birkaç sahnesi ve tabii; Bill Murray, Jason Schwartzman, Patricia Arquette'yi barındıran kadrosuyla keyifli vakit geçirten film.
Roman Coppola adeta Sheen'in son dönemdeki kariyerini, onunla alakalalı yer yer spekülatif yer yer gerçekçi söylemleri Sheen ile birlikte ti'ye alıyor. Filmin yönetimini aman aman beğendiğimi söyleyemem. Yine de tekleyen yahut fazlaca kötü gelen  sekanslar yoktu. Kapanış jeneriğindeki ufak sürprizler de güzeldi.
Sanırım anlatım tarzı olarak daha fazla beğendim filmi. Düş-gerçek sahneleri ile geçmiş-şimdi sahnelerinin içiçe geçmesi hoşuma gitti.
Sheen yine kendini oynamış diyebilir miyiz, bence diyebiliriz.

  ---spoiler---
Schwartzman'ın söylediği pizza içerikli şarkı ile, dinleme cihazı sahneleri de pek bir güzeldi :)

---spoiler--- [^]

30 Mart 2013 Cumartesi

Festival Notları 1: Ginger & Rosa





1960'lar... İngiltere... Soğuk Savaş...
IMDB ile ters düştüğüm çok olmuştur fakat Ginger & Rosa kadar değil. Gerçekten beğendiğim bir film oldu. Bende, dallanıp budaklanan ama asla dağılmayan senaryosuyla iyi yönetilmiş bir film izlenimi bıraktı. Özellikle Elle Fanning ile kısa rolünde Annette Bening'i beğendim.
Parçalanmaya yüz tutmuş bir ailenin ortasında Ginger, dünya gidişatına karşı durmakta çözüm arar. Boşluğunu füze krizine karşı durarak doldurmaya çalışır. En yakın dostu, çocukluktan beri birlikte olduğu Rosa ise hayatının aşkını aramaktadır.
Büyüme sancıları, farklı beklentileri olan yakın dostlar, güçlü bir dramatik çatışma. Bazı felsefi göndermelere de sahip olan film müzikleri açısından da iyi etki bıraktı.

  ---spoiler---
Sinema bir ima sanatıdır. Görsel bir iştir. Net ifadesi bu filmde. Filmin en zirve sahnelerinden birinde, Rosa hamile olduğunu elini karnına hafifçe dokundurarak anlatır. Ginger ise başını sallayarak onaylar. Patlama anı yaşanır. Asıl olay bu sinemada belki de...

---spoiler--- [^]

24 Mart 2013 Pazar

Saksı Çiçeklerinin Bakımı

üçe kadar sayıyorum
bir...
iki...

sessiz şiir anlaşması bu
tek bacaklı şairler' sokağında
aranan ellerim
duvar çatlaklarında
Sarmaşık Moteli
numara çift yedi
ellerim şakaklarımda

ben seni anlatıyorum düpedüz
sen beni susuyorsun kelalaka

gözlerim önünde mavi karıncalar
iç içe geçmiş kollarıyla bacaklarıyla
yastıklar yorganlar

çift görüyorum her yalnızlığı
üçerli üçerli taşınıyorlar

(üç en sevdiğim çift sayı, bildim)

pekala uymaktayız anlaşmaya

düşlerim karıştıkça kanıma
genzim yanıyor
gecenin amonyak kokusuyla

köşeleri tutmasaydı ya
kelebek ihtimallerin

ben seni susuyorum
sen seni anlatıyorsun

anlaşamamak kelamını kurtarıp istifinden
ilk sıraya taşıyoruz yasak sözlüklerde

bir vakit tesadüf ediyoruz
eh ya, etme bulma dünyası

saksı çiçeklerinin bakımı hakkında laflayıp
hızlı adımlarla uzaklaşıyoruz

üçe kadar sayıyorum
bir...

Travis



Travis, sevdim... Dinlenilesi...

Festival


Dokuz filme biletim var şimdilik. Üniversiteye girdiğimden beri aşındırdığım kapı. İstanbul Film Festivali. Filmlerle küçülmeye, büyümeye devam. 

Öykü Deryası

Kerem Işık'ın Aslında Cennet de Yok öykü kitabını bitirmek üzereyim. Durum böyle olunca yeni bir kitap alma isteğim depreşti. Öğrenci adamız para pul yetmiyor. Filme kitaba gideni ayırsam ev sahibi olurdum.

Kitapçıya girdim, öykü almalıydım. Öykü dinlemeliydim. Dolan dur, dolan dur. Sait Faik önünde durdum. Dedim ki Hişt Hiştttttttt... Lüzümsuz Adam'ı aldım çıktım. Bir de yanına Pablo Neruda'nın Kuşlar Sanatı'nı ekledim. Hibem doldu...

                                                                                                      




Ascenseur pour l'echafaud


Senaryosuyla, müzikleriyle, yönetimiyle harika bir polisiye gerilim. Louis Malle'yi geç keşfettiğim için ne denli hayıflansam az. Olay örgüsünün dinamo taşları misali kurulduğu filmi gerçekten iyi kotarmış. Miles Davis'in harika müziklerine, Jeanne Moreau'nun güzelliği de eklenince, hangi unsuru ele alınırsa alınsın estetik bir film ortaya çıkmış. Estetik peki sıkıcı mı? Asla, sanat filmi (ki   ne demek hala çözemedim) tartışmalarının ayyuka çıktığı zamanlardayız. Baş kriterlerinden birisi ise böyle filmlerin sıkıcı lanse edilmesi. İzleyiciyle aralarında mesafe olması. (buna da pek inanmam) Böyle bir perspektiften bakınca; "Darağacı Asansörü" 58 yıpımı baya bir erken dönem sanat filmi olarak göze çarpıyor. Özellikle bir asansör sahnesi var ki ders niteliğinde. Hafif hafif Godard esintileri de bırakıyor film.
Öyküsü ele alındığında basit bir çıkış noktasına dayanan yapım ilerledikçe politik altmetni olan güçlü bir gerilim, dram örneğine dönüşüyor. 

İstisnasız izlenmeli...


Şiir Kardeşim

Kardeşim şiir ezberlemek istedi. Ödevi için; vay demek bazen iyi ödevler var okulda. Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha çalışması olsun dedi. Duymuş bir yerlerden. Hani masaya bir şeyler bırakıyordu diye anlattı. En net aklımda, "ekmeğin yumuşaklığını koydu" dizesi. Tam böyle miydi? Sonra birkaç şiir ismi söyledim. Eline bir Ahmet Muhip Dıranas kitabı tutuşturdum. Ben daldım içine kitabın, tutuştum.

KAR


Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte 
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

Ahmet Muhip Dıranas

Mavi Boncuk



Dün mü evelsi gün mü ne? Neyse... Mavi Boncuk filmine tesadüf ettim. Eskiden daha sık yayınlardı televizyon. Kaç defa izledim fakat yeni fark ettim. Stockholm Sendromu üzerine yapılan iyi filmlerden birisi aynı zamanda. Tamam bizim Münir Baba, Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Zeki Alasya, Metin Akpınar ekibinin yaklaşımı da önemli de özü aynı. En olur karakter de Tarık Akan'ın, mantıklı bir yandan.

Arzu Film sevgiler. Böyle bir afiş var mı ya? Yoktur...

18 Mart 2013 Pazartesi

Kelimeler

Kelimelerin yetmediği yerler, kişiler, olaylar var. Toplamına dünya hali deniyor...

Puslu Manzaralar*


acı: istasyonlarda yitirilen gölge
(kent sözlüğü)

köşe bucak renk değiştiren şiir
-sus-
feryat grisinden
kıyamet mavisine
ama dokunmaz ki yıldızlar ellerime
-pus-
ah lacisinden (siyaha yakın)
şubat yeşiline
kim cinayetlenen parmak izlerime

fısıldarsan ihtimal cinnetin duyulur
bağırdıkça ebemkuşağı misali
an öncesi, yağmur öncesi unutulur

içimdeki Hamlet
kendime zehrim

suçu yok bel kemiğime inen zembereğin

iki şehrin hikayesindeyim
zordur; kestirip atmak
tahta boşluğunda yatan sensen bir de
bilirim; yalnızdaşım giyotin

yaban çileklerine boyalı
-hatırlamak-
bir şarkının özgün nakaratı
uzun uzak

her şey net ya
sevmiyorum inan

*: Theo Angelopoulos filminin isminden...

The Big Heat


Kara filmin (film noir) tuhaf bir cazibesi var... Femme Fatele kaynaklı mı diye düşünüp duruyorum? Hayır tam anlamıyla değil. Ne vakit izlersem izleyeyim, iyi bir kara film tüm sinemasal sevgimi sarmalıyor.

Fritz Lang'ın "The Big Heat" filminde de böyle oldu. Neler olabileceğini kestiriyorsun. Sonu bekliyorsun. Bekliyorsun da asla beklentin örselenmiyor. Lang gibi bir sinema ustasının elinden çıkması da ayrı olay. Kareler ince ince örülmüş.

Kokuşmuş bir şehirde ayakta kalmaya çalışan polis figürü. Tehditler, şantajlar... Nüfuzlu insanların ayağına çelme takma. Kara filme yakışır müzikler. İzlemek için çok neden var.

(Sinema hissiyatımın açılması, sinemacı olma isteğimin başlangıcı da Olağan Şüpheliler'e dayanır. Yol filmleri tamam da kara film ile kara mizahın yeri de ayrıdır.)

Yanık Saraylar


Sevim Burak geç keşfettiğim harika bir öykü damarı. Istanbul'un belli bir zamansal dönemine bakan çarpıcı fotoğraflar. Kırık, kırgın biraz biraz. Anlaşılamamın huzursuzluğu. Kendini bilmenin, arzuların zorluğu. Şiirsel dile yakın tümceler. Bilinç akışı kıvamında anlatım tekniği. Kesinlikle okunmalı, es geçilemeyecek kadar güzel...

13 Mart 2013 Çarşamba

Sinemada Yabancı Dil Meselesi


“Merhaba, Ben Leos Carax, yabancı dilde filmlerin yönetmeni. Hayatım boyunca yabancı dilde filmler çektim. Aslında yabancı dilde filmler tüm dünyada çekiliyor, tabii ki Amerika hariç. Sadece Amerika’da yabancı dilde olmayan filmler yapılıyor...” (1)

Yukarıdaki alıntı Altyazı dergisinin Şubat sayısında yer almakta. Yabancı Dilde Filmler başlığı altında verilmiş ufak bir bölümde geçiyor. Sözler Holy Motors filmiyle yılın çokça konuşulan yönetmeni Leos Carax’a ait.
Carax’ın söylemlerinden yola çıkarak sinemada yabancı dil konusuna ufak bir bakış atmak mümkün olabilir.
Tüm sanat dalları aslında birer dildir, iletişim aracıdır. Kendi gramerlerini yaratmışlardır. Ya edebiyat gibi mevcut bir dil üzerinden inşa edilmişlerdir ya da sinema gibi bilinen fakat sonradan belirginleşen bir dil ile biçimlenmişlerdir. Peki hali hazırda bir dil olan sinemanın, yabancı dil şeklindeki kategorileşmeye ihtiyacı nedendir? Ya da ortak dilin sinema olduğu bir platformda, ödül töreninde yabancı dil ödüllendirmesi neden yapılır?

“Aslında yabancı dilde filmler tüm dünyada çekiliyor, tabii ki Amerika hariç. Sadece Amerika’da yabancı dilde olmayan filmler yapılıyor.” cümleleriyle devam edelim. Amerikan sinema endüstrisi, Hollywood, dünya pazarının büyük kısmını elinde tutmaktadır. (haftada kaç Amerikan filminin vizyonumuza konuk olduğuna bakmak fikir verecektir) Durum böyle olunca Amerikan Sineması’nın, dilini evrensel dil ilan etmesi kaçınılmazdır. (İngilizce’nin dayatmacı tavrı benzeri) Diğer ülke sinemaları da olanı biteni kabullenmektedir. Kazıdıkça altından sinema dışında ne varsa çıkan bir tablodur karşımızdaki. Aslında geçmişe bakınca, bazı ülkeler Hollywood baskısına karşı önlem almaya çalışmıştır. Dillerini korumak için. Yabancılaşmamak için. Amerika’nın kültür kapitalizmine, Amerikanvari yaşamı doğrulaştırmasına, normalleştirmesine çözüm üretmek için.

Hollywood egemenliğinden çıkış arayanlar, sinemalarına kota uygulamasını getirmiştir. Uygulama, vizyona giren her Hollywood yapımı karşılığında kendi ülke filmlerinin bir veya birkaçının oynatılması esasına dayanır. Yani aslında dağıtımcıları, sinema işletmecilerini kapsar. Kapsamı dar gibi düşünülebilir. Seyircidir nihayetinde karar verecek olan. Lakin onlara seçim şansı tanınmıştır. On salondan dokuzunda Hollywood imalatı filmlerin yer alması seyirciye seçim şansı bırakmaz. Bir müddet iyi gider uygulama. Sonrasında ise yabancı olmayan dil yeniden kazanır.

Acaba “Yabancı Dil” kıyısından köşesinden gizli bir baskıyı da taşımıyor mu? Diğer ülke sinemaları, öteki ülke sinemaları, yabancı ülke sinemaları... Neden, diğerleşmek, ötekileşmek, yabancılaşmak zorundalar? Halbuki hiçbiri sinemasal dile, yani odak noktasındaki dile yabancı değiller. İki binli  yılların başından itibaren (bazı önemli filmleri saymazsak) yaratım krizine giren, olmayacak hamlelere başvuran (yeniden çevrimler, adaptasyonlar...) Hollywood neden böyle davranmaktadır?

Senenin oscarlarına bakarsak birkaç ipucu elde edebiliriz. Herkesin ağzına bir parmak bal çalmak biçiminde geçen ödül töreninin galibi; Operasyon: Argo filmi oldu. Film İran devriminde yaşanan CIA operasyonu konu ediniyor. Bir rehine kurtarma operasyonu. Yarışan ve fazlaca konuşulan diğer bir film ise Zero Dark Thirty.  Bin Ladin’in yakalanma sürecine odaklanan yapım. İki filme bakınca, politik düzlemde de şartlarına uymayan herkesi dünyaya yabancılaştırma girişimindeki bir ülkenin, sinemada da oyunu aynı taktikle oynaması gayet normal gibi.

Sonrası


boz alev üstüne kurulur aciz şiir
yükselir ortasında sakız ağacından
imkansız şehir

senin bu Ah rengin yok mu
şehri kıskançlıktan
başıboş sokaklara böldüren

misal gözlerin yok mu
siyah beyaz sessiz bir film
o sokaklarda yiten

arzın merkezi bıraktığın gibi
darmaduman

ellerin çizgi çizik kehanet

parmak izlerimi güneşte yaktım bak
batmasın diye öngörü kırıkları

göğüs kafesimden kazıdım
ak pak güvercinlerle
gececi tenlerin tuzlarını

(artık açık kafes)

bozuma uğramış masallar dilimde
coğrafyalar elbet öğrendim
ağrılar dilinde

harikalar diyarı omuzlarımdan sökülmekte

Hoşgör Köftecisi



Orhan Veli'nin öykülerini okumak, eski sımsıcak bir anıyı, ironi dolu yaşamsallığı paylaşmak gibi. YKY'nın bu yıl bastığı harika kitaplardan biri. Veli'nin şiire yaptığı keskin katkılar az çok bilinir. Fakat öykücü yanını pek bilmiyorduk. Onu farklı bir yanıyla tanımak. Farklı bir yanı olsa da, Orhan Veli'nin edebi görüşünden, özünden ayrıksı durmuyor öyküleri de pek tabii.

Güçlü betimlemelerin sarıp sarmalaması bir yana, deniz önemli bir unsur öykülerde. Sıradan, ancak asla basit olmayan insanların, mekanların girişimiyle.

Kitap Orhan Veli öyküleri yanında, yazarın bir çeviri öyküsüne bir de ufak edebi söyleşisine de yer veriyor. Pek bir memnun kaldım :)

Everything Is Illuminated





Sayesinde ben de aydınlandım...
Yol filmlerine zaafım var evet. Klişe olanından, yenilikçisine dek... Genellikle artı birle başlıyorlar adıma. "Her Şey Aydınlandı" en sevdiklerim arasına girdi. Müzikleriyle, karakterleriyle, dramatik yapısıyla tekrar tekrar izlerim.
(Bir çift sözüm de Liev Schriber'e olacak. Be adam, madem yönetmenliğin iyi, böyle bir filmi kotarabiliyorsan, bu alana neden ağırlık tanımıyorsun. )
Gogol Bordello'ya da selam olsun...

  ---spoiler---
Koleksiyoncu ana karakteri ve rap sevdalısı yan karakteri ile de beni benden almıştır film. Toplamak özel bir eylemdir. Bir de ait olup olmadığın sisli olan geçmişini toplamak. Bugüne getirmek. Elijah Wood'un canlandırdığı özgün karakterlerdendi. Sanırım romanı da okumalıyım. En azından böyle bir istek uyandırdı bende.

---spoiler---
Yola çıkmaya devam...

3 Mart 2013 Pazar

Calexico


Keşfettim... Aynı gün Salon İKSV'de sahne aldılar. Gidemedim... Sanat neme bizim gibi öğrenciler için. Kıyıda köşede birikmiş bulundurmalı böyle organizasyonlara...

Adem'in Elmaları

"Hapisten yeni çıkan neo-nazi Adam, topluma hizmet etmek üzere papaz Ivan'ın yanına gönderilir. Ivan ona kilisenin önündeki elma ağacının meyveleriyle bir elmalı kek pişirme görevi verir. Bu arada elmalar kuşların, solucanların ve şimşeklerin saldırısına uğrar. Ivan, Şeytan tarafından sınandıklarına inanır. Adam ise Tanrı tarafından sınandıklarını düşünmektedir, çünkü belki de kötülük diye bir şey yoktur."


Filmi gayet beğendiğimi belirterek söze gireyim. Uzun zaman sonra, kara mizahın dramla iyi eritildiği beni çokça saran bir yapımı izlemenin keyfindeyim. Oyunculuk performanslarının asla sırıtmadığı, enteresan karekterleriyle seyri rahat bir doksan dakika oldu adıma. Hristiyanlık göndermeleri, hınzır diyalogları, işaret ettikleri... Kesinlikle izlenmeli...


  ---spoiler---
En fazla da Ivan karakterinin gelgitlerine bayıldım. Ağır gelen gerçekleri yok sayarak kendi gerçekliğini kuran Ivan. Gerçekliğin reddinin güçlü tasviri. Lakin gittiği yoldan döndüğünde dahi ayakta kalabildi. Salt gerçeklikle yetinebildiğinde. Biraz Ivan benzeri olabiliriz çoğumuz. Okumak, izlemek de bir nevi gerçekliğin farklı algılanmasına yolculuk değil midir? Bir de Doktor ile Pakistanlı'ya hayran oldum. Tereddütsüz izleyin...

---spoiler---



Nazım Hikmet

Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde Nazım Hikmet sergisi yer alıyor şu sıralar. İçeri girer girmez dizlerim titredi. Şiirvari karalamalar yapmamın neticesi değildi heyecanım. Bir dünya insanını, önemi yüksek bir sanatçıyı ziyaret ediyordum.

Rusya fotoğraflarından oluşuyor serginin geneli. Artı bir iki Nazım şiiri ve Nazım'a ait belgeler. En çok dikkatimi çekenler; ustanın P. Neruda ile fotoğrafı, aldığı Dünya Barış Ödülü, hapis hayatını yaşarken Tristan Tzara'nın kurduğu Nazım Hikmet'i Yaşatma ve Yapıtlarını Yayma topluluğu ile Nazım'ın Şostakovic'le yaşadığı bir anı.


Anlamamaya direttiğimiz insanlardandı. 

Bir de sergide; origamiden oluşturulan Turna Ağacı yapmışlar. İnsanlar Nazım'la haberleşiyor. Harika...

Bir Karış İstanbul



Ömer Ayhan imzalı Bir Karış İstanbul öykü kitabı kesinlikle okunmaya değer. Bıçkın bir üslubu var öykülerin,
tabiri caizse delikanlı anlatım şekli. Fakat kitabı değerli kılan salt bu anlatımsal ölçütler değil. İki İstanbul'un kirli olanına eğilmesi. Bir Yahya Kemal İstanbul'u değil öykülerdeki. Olsa olsa Tevfik Fikret'in birkaç seviye üstündeki İstanbul'u. İstanbul; şehr-i güzel; koynunda huzurla uyuttuğu insandan fazla sanrılarla boğduğu insanı
taşır gizliden gizliye.

Fotokopi


“Sinan, Timur’u gördün mü?” diyerek içeri girdi Ahmet. Daracık ofiste iki kişiydiler şimdi.

Sinan uğraştığı belgeleri bırakarak ofis kapısında duran Ahmet’e döndü. Açıkçası Timur’un nerede olduğunu bilmiyordu. Yine de soruyu doğrudan cevaplamaya niyeti yoktu. Altı saattir sıkıntıdan patlıyordu. İşe gelmenin, çalışmanın en iyi yanı eve dönmeyi beklemektir. Tabii süreyi, olabildiğince az öfke ve sıkıntı yaralarıyla atlatmak gerekir. Biriyle konuşma ihtiyacını karşılamalı, hatta günlük saçmalama kotasını doldurmalıydı Sinan. Tüm bunları evde yapamıyordu. Karısını konuşulmayacak kadar çok seviyor, konuşmaya çalışmayacak kadar nefret ediyordu.

“Ne yapacaksın Timur’u?”

Ahmet hala ofisin kapısındaydı. İçeri girmekle alakalı büyük problemleri vardı. Rüyalarını kabusa çeviren problemler. Dünyanın en güzel kapısından girmesi mümkün olsa, Ahmet kapıda beklerdi. İki çeşit insan tipi vardı Ahmet’e göre. Taş çatlasa üç. Kapıda bekleyenler, çoktan kapıdan girmiş olanlar, bir de kapı ustaları.

“Sana ne...” diye geçirdi içinden. Sinir oluyordu Sinan’a. Tıpkı kendisinden az çalışıp çok kazanan herkese olduğu gibi. Sinan gibiler dünyaya tenis kursuna yazılmak için gelirlerdi. Kursa yazılır, pahalı bir raket alır, önlerine gelene savururlardı.

“Birkaç fotokopi vardı da çekilmesi gereken.”

“Sen halledemiyor musun?” diye sordu Sinan.

İkisi de yerlerinden kıpırdamamıştı.

Ahmet biraz daha orada dursa Sinan’ı soru işaretleriyle boğup öldürebilirdi. Polisler geldiğinde, cinayetin ufak bir noktalama hatasından kaynaklandığını belirtebilirdi. Bir de mümkünse TDK hapishanelerinde yatmak istediğini.

“Neyse abi boş ver.” Ahmet ofisten çıkmak için (ki ofise girmemişti zaten) döndüğünde Aysun’a çarptı. Aşık olduğu Aysun’a... Sinan’a aşık olan Aysun’a...

“Özür dilerim Ahmet Bey.”

“Kardeşim üç saatte bir kimlik fotokopisini ayarlayamadınız.” diye haykırdım kesik kesik öksürerek. Emekliliği de, maaşı da batsın. Üç kuruş için gördüğümüz muameleye bak. Ah anacağızım, tutturmasaydın memur ol diye. Hoş, memur olmasam ne olacaktım? Yazarlık peşinde sürünecektim büyük ihtimal. Belki sürünmezdim, başarırdım. İstediğim hayata kavuşurdum. İyi kötü sıcak bir lokma geçti boğazımdan memuriyet sayesinde. Ya yazar olabilseydim, denemedim bile. İyidir memurluk iyi. Devlet kapısı hiç değilse. Geliş gidiş saatin belli, ücretin garanti. Eskiden şiir bile yazmıştım. Bir kadına üstelik. Memurluk olmasa evlenemezdim. Sevmedim ama evlendim. Çoluk çocuğum da olmadı. Neyse...

Kırtasiye tıklım tıklımdı. Dayanamadım çıktım. Köşede duran simitçiden simit aldım. Fotokopici çocuk gelmemişmiş efendim. Kimse de fotokopi çekmeyi bilmiyormuşmuş. Üstelik fotokopi cihazının kullanma kılavuzu da aniden ortadan kaybolmuşmuş. Hala çocuğa ulaşmaya çabalıyorlarmışmış. Biraz sabır gerekirmişmiş. Kaç senedir sabrediyorum zaten emeklilik için.

Güneş tam tepeme vuruyordu. Nefes almam güçleşti aniden. Sol kolum, göğsüme doğru iyice ağrıdı. Gözlerim karardı. Simit ne güzel, taze taze.
Anahtarlarını ikinci defa düşürdü. Ardından nihayet kapıyı açabildi. Salondan televizyon sesi geliyordu. Annesi evdeydi demek.

Çantasını bir köşeye bıraktı. Okul kötü geçmişti. Manken olmak istediğini belirttiğinde neden gülmüşlerdi? Bir sınıf arkadaşı fena dalga geçmişti. Tamam, normal mankenlerden olmak istemiyordu. Şu vitrinlerde duran cansız mankenlerden olmak istiyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu bu konuda. Hangi üniversiteye gitmeliydi?
Ancak hayalindeki meslek kesinlikle buydu. Cansız manken olmalıydı. Bunun için doğmuştu. Bütün gün büyük bir vitrinin arkasında duracaktı. İnsanlar onu seyredecekti.
Salona girdi. Annesi pirinç ayıklıyordu. Onun yanına oturdu. Konuşmadılar. Annesi, babası gittiğinden beri böyleydi. Sadece musakka yaptığında konuşuyor, nasıl olduğunu soruyordu. Musakka, babasının en sevdiği yemekti.

Televizyonda bir son dakika gelişmesi vardı. O sıra iptal edilen sınavını düşünüyordu. Fotokopi çekememişler.(aslında kendisi halledebilirdi ancak sınavdan kaytarmak güzel bir tercihti) Ertelenmiş sınav. Hangi gün olduğunu söylememişler. Fotokopi çekememek ona komik gelmişti. En azından, cansız manken olmak isteyen bir kızdan daha komik.

Haberlere yoğunlaştı;
“Dünyadaki tüm fotokopiciler ortadan kayboldu. Yazılı belgelerle yapılan çoğu iş durdu. Dünya yeni bir krizin eşiğinde. Bugün, Birleşmiş Milletler ile Avrupa Fotokopiciler Birliği toplanacak. Alınabilecek acil önlemler hakkında bir görüşme yapacaklar. Ancak fotokopi çekebilecek kimsenin kalmadığından şüpheleniliyor.”
Kız aniden ayağa kalktı. “Korkmayın, ben varım. Ben biliyorum fotokopi çekmeyi. Başarabilirim.”

Annesi pirinçlerin arasında yeni bir taş buldu. Onu da kenara ayırdı.

“Hükümeti aramalıyım.” diye düşündü kız.