Kaç tane renk birikti ellerimde? Morlar, kırmızılar,
kirli beyazlar...
Kaç tane? Bilmiyorum.
Tereddüt etmiş miydi ruhum? Ava çıktığımda, peşlerine düştüğümde, son imkansız saniyede... Tereddüt etmiş miydi? Sanmam.
Peki pişman mı yüreğim? Onları esaret altına almaktan, onları ölüme sürüklemekten...
Pişman mı? Asla.
Kaç tane? Bilmiyorum.
Tereddüt etmiş miydi ruhum? Ava çıktığımda, peşlerine düştüğümde, son imkansız saniyede... Tereddüt etmiş miydi? Sanmam.
Peki pişman mı yüreğim? Onları esaret altına almaktan, onları ölüme sürüklemekten...
Pişman mı? Asla.
Öksürüğüm artıyor. Rutubetli bir zamanın
ortasındayım. Örümcek ağları sarıp sarmalıyor her yanımı. Üşüyorum. Bedenim
kontrolden çıkıp titriyor ara sıra. Korkudan değil. Korkudan olamaz. Çünkü
korkmuyorum!
Birazdan gelecekler evet. Demir kapıların seslerini
duyacağım. Birazdan gelecekler... Prangalarım çözülecek. Hafifleyeceğim.
Birazdan gelip, beni alıp götürecekler. Sırf kaderimin ipuçlarını takip ettim diye. Varlığımın nedenini kavrayabildiğim için.
İşte, işte adım sesleri...
Evde belli belirsiz adım sesleri. Ayten anlıyor
oğlunun uyandığını. Gidip küçük odaya bakıyor. Oğlan, pencereye tırmanma
telaşında. Bir koşu çocuğa yardım ediyor Ayten. Kucağına alıyor onu. Dışarısı
artık içerisi vaziyetinde. Sıkıldılar tabii ne vakittir. İki göz oda, mutfak,
banyo arası gidip gelmekten bıktılar. Bahar da gelmiş hani. Cemrenin toprağa
düşmesinin üzerinden de hayli geçmiş. İnsan böyle güzel havaları heba etmemeli.
Bizi bu güzel havalar mahvetse de, yapmamalı.
Zaten Erdem de birazdan gelir. Alır onları dışarı
çıkarır. Belki sahile inerler. Belki dondurma bile yerler. Çikolata, kaymak.
Üzerine biraz fındık parçacığı.
Fazla beklemeyecekler...
Fazla bekleyeceğimi sanmıyorum. Yakınımdalar. Her
şeyi itiraf ettikten sonra gerisi çabuk oldu. Düş avcısıyım ben. Az veya çok
değil. Artı veya eksi değil. Neysem oyum. Düş avlarım. Tenhada, kalabalıkta.
İnsanlar farkına bile varmaz. Üstelik avladıklarımı asla öldürmem. Onlar, diğerleri
yaparlar. Katilliklerinden, cinayetlerinden bihaber.
İlk avımı düşünüyorum. En özel olanı. Boğazına
sarılıp etkisiz hale getirdiğim düşe ait çığlık hala aklımda. Keyifleniyorum.
Keyifle bir çığlık koyveriyor çocuk. Erdem’i gördü
pencereden. O da pek sever Erdem’i. Ya Ayten, Ayten de sever sevmesine de
yakışık alır mı? Kocası iş kazasında öldüğünden beri beş yıl geçti. Sonra
Erdem’i tanıdı. Tesadüfen. Zaten Ayten’e gelen mutluluklar daima tesadüf
eseriydi. Planlanmış, bilinçli mutluluklara hayatında zerre yer yoktu. Böyle
mutluluklara zaten inanmazdı.
Kapı çalınıyor. Ayten hafifçe kızarıyor. Çocuğu kucağından
indiriyor. Bir koşu kapıya gidip, kapıyı açıyor.
Kapım açılıyor. İdama doğru gidiyorum. Prangalarımı
çözüyorlar. Kollarıma girip beni sertçe, oturduğum yataktan kaldırıyorlar. Dört
gardiyan etrafımda. Ölüme yol alıyorum. Ağrılı koridorlardan geçiyorum.
Anlattıklarımı dinleyince nasıl da şaşırmıştı herkes. Cezam söylediklerimin
yanında hafif kalmıştı.
“Nasıl?” diye sormuşlardı.
Anlatmıştım...
“Düşleri hissetmek, onlara dokunabilmek benim
mucizemdi. Ancak düş kırıklığının ulaşılamayan düşlerden kaynaklandığını
biliyordum. İnsanı uyutuyordu, kederlendiriyordu düş kurmak. Zarar veriyordu.
Dünya kaosa sürükleniyordu. Ben de onları avlamaya başladım.
Önce onları kaçırıyordum...”
“Bu fırsat kaçmaz...” diye konuşuyordu adam.
Erdem, Ayten, Ayten’in oğlu, ellerinde dondurmalarla
sahildeydiler. Erdem baktı ki çocuk, tüfeklerle, demir bilyelerle balon
vuranları görünce heyecanlanıyor denemeye karar verdi.
“Üç atış iki lira, cesaret...”
Erdem cebinden iki lira çıkarıyor. Gülümsüyor
Ayten’e. Ah bir evlenebilseler, rahat edecek. Milletin karanlık konuşmaları
kesilecek. Çocuğa da kendi çocuğu gibi bakacak. Salih Abi’nin yadigarı ikisi
de... Sevdiyse sevdi. Kaldı ki Salih Abi’ye ihanet değil yaptığı, öyle
hissediyor Erdem. Çünkü ak pak seviyor. Çıkarsız, bahar yağmuru gibi seviyor.
Balonlar hüzünle duruyor.
“... Hüzünle duruyordum ölümlerinin ardında. Yas
tutuyordum ya, o kadar. Hiçbir düş sonrasında vicdan muhasebesi yapmıyordum.
Birazcık üzülüyordum.
Düşler renklidirler. Onları rahatça kaçırıyordum.
Öldürmüyordum. Öldürmek bana göre değildi...”
İdam sehbasının önüne geliyoruz.
Erdem tüfeği omzuna yaslıyor. Ayten, çocuk
heyecanlı. Ortadaki balon, tuhaf renkli olan dikkatini çekiyor. İlk defa
görüyor bu rengi. İsmini bilmiyor. Ona nişan alıyor. Nefesleri tekliyor,
yavaşlıyor.
Nefesim yavaşlıyor. İlmiği boynuma geçiriyorlar.
“Ben de düşleri beyaz balonlara koyuyordum. Tüm
balonlar renksizdir. Sadece içindeki düşün rengini alırlar. Her şeyi
tamamladıkladıktan sonra, onları sokak ortasına bırakıyordum. Balonları
bulanlar ya onları satıyor, ya da tüfek atışında kullanıyorlardı. Satılan
balonlar nihayetinde patlıyordu. Tüfekle vurulanların işi zaten kolaydı.”
Erdem’in eli tetiğe gidiyor. Azcık rüzgar var. İki
saniye sonra bitecek.
Biraz sonra bitecek. Ölüm beni göğsüne yatıracak.
Uyuyacağım.
Bir telaş başlıyor, gardiyanlar, infaz memurları
hareketleniyor.
“İdamın, müebbete çevrildi.” diyorlar.
İçim kesiliyor. Boşluğa yuvarlanıyorum. İlmiği
boynumdan çıkarıyorlar. Gardiyanlar eşliğinde geldiğim gibi hücreme döneceğim.
“Cemal...” diyor cezaevi müdürü.
“Aslanım yazık ki sen de bir düşmüşsün. Babanın,
Eskici Ahmet Efendi’nin düşü. Hep aslan gibi bir oğlu olsun düşlermiş. Köy meydanında
yanında gezdireceği. Eskiciliğe yardım edecek. Cengaver bir oğlan...”
Olamaz... Hiddetleniyorum. Ona buna saldırmaya
başlıyorum.
Erdem, tetiğe asılıyor. Tuhaf renkli balon patlıyor.
Birde bir...
Kalbimden bir sıcaklık yayılıyor. Gözlerim kararıyor.
Sendeliyorum. Gardiyanlar üstüme çullanıyor. Onlara ihtiyaç yok aslında, ölmek
üzereyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder