22 Kasım 2012 Perşembe

They Live


Seyyare bir işçi olan John Nada, bir inşaatta çalışmak için Los Angeles’tadır. Şans eseri uzaylıların dünyayı ele geçirme planına şahit olur. TV, gazete ve basın yayın yoluyla halkı hipnotize eden ve gerçek görüntülerini gizleyen iğrenç istilacılar, özellikle para ve güç sahibi kimseleri kendilerine hedef seçmektedir.
Gizlice örgütlenmiş direniş hareketine katılan Nada, direnişçilerin özel yapım güneş gözlükleri sayesinde kerkenkelemsi uzaylıların gerçek yüzünü görebilmektedir.
Dönemin sevimli pankreas güreşçisi Roddy Piper’ın, Nada karakterini inandırıcı bir şekilde canlandırdığı film, John Carpenter’ın toplumsal taşlama için eline geçen temanın izin verdiği her esnekliği sonuna kadar kullandığı bir yapım. Carpenter’dan bekleyebileceğinizin kesinlikle daha altında değil!
“Carpenter candır!!!” sözünü sinema felsefelerimden biri haline getirmem üzerinden birkaç yıl geçti sanırım. VHS döneminin baş tacı, seksenler sinemasını ince ince ören korku ve gerilim ustası… 13. Bölgeye Saldırı (1976) (Assault on Precinct 13) – Sis (The Fog) – Şey (The Thing) – New York’tan Kaçış (Escape from New York), Yaşıyorlar (They Live) Carpenter’dan izlediğim bazı filmler… Evet halen ustanın en önemli projesi Halloween’i izlemedim, yakındır onun da sırası.
Ucubeler sirkinin mimarı Carpenter bu filmlerde hayaletlerden, uzaylılara perspektifini geniş tuttu. Yine de “Yaşıyorlar (They Live)” daha ayrıksı bir noktada durur. Düşünün ki o dönemde, Amerikalısınız, kapitalizm hortumları damarlarınızda; siz elit sınıfı, reklamları bombalayacak onu geçtim, devrimi yapmak için Markx’a selam çakarak bir işçi figürü yaratıp “Yaşıyorlar (They Live)” i çekeceksiniz. Kazın ayağı hakikaten de öyle mi? Abarttın Carpenter…
Birkaç unsuruyla filme paralel dünyamıza bir bakış atalım…
Öncelikle işi uzaylıların üzerine yıkmak, sistemi uzaylı mimarisi saymak biraz kaçak güreşmek sanki. Ancak gayet normal. Üstelik, elit kesime, üst sınıfa da fena giydirmiştir film. Tüm sistemin çıkarcı ortakları halinde gözükerek. Sermaye sahipleri genellikle böyledir işte. Su nereye akarsa oraya giderler. Bu yüzden filmde, uzaylıların karargahında bir resepsiyona katılmaları garipsenmez.
Televizyon kültürüne de bir halka takar film. Zihin kontrolü, kitle tetikleyicisi, sürü psikolojisi televizyon sinyalleriyle belirir. Tüketim toplumu, kumanda elinde; sonra markete gidip köpek maması alır. Eve geldiğinde bakar ki köpeği yok. Hiç köpeği olmamış. Eh mama boşa gitmesin, bir de köpek alır. Gelir, iki saat sonra köpekten sıkılır, onu sokağa bırakır. Acımasız mıyım, hayır, sadece param yok. O yüzden sallamam kolay değil mi? Para kazanmak için olursa bunları yazmam. Herkesin bir fiyatı var. Benim de beş cent. Müthiş futbol endüstrisinden hiçbir oyuncuyu bu fiyata alamazsınız.
Gelelim güneş gözlüğü ve reklamlara… Birincisi gözlük Ray-Ban değil… İkincisi, filmin en beğendiğim noktası. Ana karakterimiz, güneş gözlüğü ile baktığı reklamlarda tuhaf yazılar görür. “Tüket, Satın Al…” minvalindeki etkili söylemlerdir bunlar. Ardından bir kağıt paraya baktığında ise, “İşte sizin Tanrınız.” yazısını görür. Carpenter abartmış diye düşünenler olabilir. Abarttı da evet, yani az bile söyleyerek abarttı.
Kurtarıcı motifinde ise bir işçinin yer alması gayet manidar. Bilinçli bir seçim yapıldığını düşünmekteyim. Kendini feda etmesi de, kurtarıcı mitleriyle ilintilendirilebilir. Ufaktan kolluk kuvvetlerin, polis devletine de temas ettiğini belirtelim filmin. Büyük azar ise, medya-üst sınıf parametrelerine gidiyor. And the eleştiri goes to :) )
Orta sınıf da iğne ve çuvaldıza maruz kalıyor. Ne de olsa arada kalmış, ne yana çeksen oraya gidecekmiş görüntüsü veren bir sınıf bu. İyi bir de replik vardı, aklımda kalmamış.
Şimdi; Carpenter, be adam ne uğraşıyorsun bunlarla? Dvd’nin ekstralarında sözünü ettiğin, havuz ve araba alarak mutluluk böyle bir yoldan mı geçiyor… O zaman hepimiz fu.k diyelim, “Şey”in dünyaya gelmesini bekleyelim. Birbirimizi katledeceğimize biri bu işi bizim için yapsın…

mtnlkn

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder